Marcuse: Adorno Üzerine Düşünceler

The following two tabs change content below.

Adorno’nun 6 Ağustos 1969’da kalp krizi geçirerek ölmesinin ardından Herbert Marcuse’nin Frankfurt radyosuna, Michaela Seiffe’ye verdiği röportaj… Adorno’yu ölüm yıl dönümünde anmak ve Marcuse ile Adorno arasındaki, özellikle ’68 hareketi üzerine olan fikir ayrılıklarını da ortaya koymak adına bu çeviriye göz atmak, eleştirel teori ve radikal değişim ile ilgilenen araştırmacılar için oldukça yararlı olacaktır. 

Marcuse: Adorno’nun ölümünü idrak etmek diğer tüm yakınları gibi bana da çok zor geliyor. Yapıtlarına hak ettikleri değerin verilebildiğinden kuşku duyuyorum. Fakat Adorno’yu yad etmenin başka sebepleri de var. Onu bugün ve burada yad etmeliyim, çünkü tam da son zamanlarda benimle onun arasındaki, çeşitli şekillerde -iyi niyetli veya kötü niyetli şekilde- lanse edilen farklar konuşulur hale geldi. Bu farklar -en baştan söylenmesi gerekir ki- bir ortaklığın ve dayanışmanın temelinde oluştu ve bu yüzden söz konusu farkların bu dayanışmayı ve ortaklığı zayıflatması mümkün değil.

Seiffe: Adorno’nun özel konumunu bugün nerede görüyorsunuz? Aranızdaki dayanışma tam olarak nerede?

Marcuse: Dayanışma bugün de aslında her zaman olduğu yerde; yani düşüncenin radikalliğinde… Adorno kadar mevcut toplumu radikal şekilde karşısına alabilen, onu radikal şekilde tanıyan ve tanımlayan başka kimsenin olmadığına inanıyorum. Adorno’nun düşüncesi o kadar uzlaşmazdı ki, ulaştığı başarıyı bu toplumda kendi kendine sağlayabildi. Bu başarı hiçbir şekilde düşüncesine bulaşmadı ve ona gölge düşürmedi. Zaman zaman onun duruşunun uzlaşmacı biçimlerinden de bahsedilir. Bu biçimler için de aynı şeyi söylemek gerektiğine inanıyorum. Onlar da Adorno’nun radikalliğine halel getirmedi. Ben bu biçimlerde geçmişte kalmış bir kültürün bilinçli olarak muhafaza edilişini ve hatta belki mevcut olanın zorunlu, kanlı, sahte eşitleyiciliğinin gizine karşı bir savunmayı görüyorum; Mesafe pathosu, nezaket biçimleri, sertlik biçimleri ve insanların başına gelenlere yönelik o büyük merhametten belki biraz da korkuyla devşirilen biçimler…Belki de eleştirinin olmazsa olmaz acımasızlığına etki edebilecek bir merhamet… Benim için her koşulda Adorno’nun duruşunun bu aristokratik biçimleri özel olarak sevgiye değerdi.

Seiffe: Adorno’nun mevcut topluma karşı duruşu radikal olsa da ve bu toplumun en kül yutmaz eleştirmenlerinden biri olduğu kesinse de, bu radikallik saf teorik bir radikallik olarak kalmamış mıdır? Teori ve pratik arasında bir uyuşmazlık yok muydu?

Marcuse: Bence mevcut olandan (Bestehenden) duyulan dehşet onun beynine ve tüm hücrelerine öyle sinmişti ki, onun için yaşamak ve düşünmek bir ve aynı şeydi. Adorno yaşamı boyunca mevcut olandan duyulan dehşeti gerçekten görülür ve dolaysız kılabilecek biçimleri bulmayı hedefledi. Kendini öyle bir durumda bulmuştu ki, bu durumdaki mevcut toplum, bilinci boğmayı ve maniple etmeyi o denli başarmıştı ki, ihtiyaçların kendileri dahi entelektüel aktarımın geleneksel biçimlerini ve özellikle de eleştirel düşüncenin praksise taşınmasını asla mümkün kılmayacak kadar maniple edilmişti. Bunlara karşı Adorno’nun yanıtı bir geri çekilmeydi, rahatlıkla söyleyebiliriz ki saf düşünmeye (saf düşünmeyle burada uzlaşmaz düşünmeyi kastediyorum) yönelik, geçici bir geri çekilme… Ancak bu geri çekilme yalnızca gerekli olan değişime yönelik bilinci yavaş yavaş ve mümkün olduğunca etkili şekilde yeniden geliştirmek ve böylece gerekli değişimi hazırlamak içindi.

Seiffe: Fakat yine de Adorno son zamanlarda her türlü praksise karşı oldukça kapalı değil miydi? Özellikle de çeşitli argümanlarla eleştirel teorinin görevinin toplumdaki yanlış durumları tanımak ve adlandırmak olduğunu fakat bu bilgiyi gerçekliğe taşımak yani pratik sonuçlara ulaştırmak olmadığını söylediği zaman?

Marcuse: Ben bu açıklamayı her zaman şöyle anladım: Verili durumda eleştirel teorinin görevi kendini dolaysızca praksise yöneltmek değildir. Yani, teori ve praksis arasında bir ayrılık söz konusuysa bu Adorno’nun yapıtının değil, aksine Adorno’nun sadece tepki gösterdiği ve üzerine düşündüğü -rahatça adını koyalım- gerçekliğin suçudur.

Seiffe: O halde gerçeklik artık praksise izin vermiyor mu?

Marcuse: Ben böyle söylemezdim. Bu noktada benimle Adorno arasında bir farklılık bulunuyor. Bu farklılığı açık kılmak için önce gerçekliğin suçu ile aslında ne kastedilebileceğini açık kılmalıyım. Geç kapitalizmin marksist kuramın toplumsal değişime dair geleneksel praksis tasarısını imkansız kılan baskı biçimleri yarattığını düşünüyorum.  Bu noktada özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerdeki halk kesimlerinin, özel olarak da işçi sınıfının mevcut kapitalist sisteme entegrasyonunu kast ediyorum.  Bu, tarihsel öznenin, devrimin toplumsal öznesinin ya artık varolmadığı ya kendini açığa çıkarmadığı ya da henüz etkin olmadığı anlamına geliyor. Bu noktada Adorno tam bir ortodoks marksistti. Sömürülen sınıflardan gelen bir kitle temeli olmaksızın devrim tahayyül edilemez. Bu kitle temeli verili durumda tam da gelişmiş kapitalist ülkelerde mevcut olmadığı için, Adorno da teorinin praksise taşınmasını deyim yerindeyse erteledi. Fakat yine de o, bu idealden vaz geçmeksizin veya ona ihanet etmeksizin teorinin praksise taşınmasını en azından hazırlayabilmek için gerekli olan araçları sürekli yeniden aradı.

Seiffe: Fakat ikinizin arasında başka farklar da var. Öğrenci hareketinin işlevi ile ilgili farklı tarihsel değerlendirmelerinizi kast ediyorum.

Marcuse: Öğrenci hareketinin değerlendirilmesindeki bu farklılıklar teori-praksis problemiyle aynı bağlama ait. Öncelikle bir kez daha söylenmeli ki Adorno başından itibaren öğrenci hareketinin yanında yer aldı, ki bu tutum en azından Almanya’da Adorno’nun yapıtlarından bağımsız olarak tahayyül edilemez. Öğrenci hareketi entelektüel bir hareket olduğunu ve teori ile dalga geçtiğinde dahi teoriden beslendiğini unutmamalıydı. Fakat Adorno -bunlar kendi sözleri- öğrenci hareketinde toplumu değiştirecek bir kuvvet görmedi ve tam da bu yüzden aksiyonculuk diye adlandırdığı şeyi reddetti. Toplumsal bir temeli olmayan aksiyonların toplumsal bir kuvveti de olamayacağı, bu aksiyonların umudun değil çaresizliğin ifadeleri olduğu ve kolayca düşmanın ellerinde oyuncak olabilecekleri görüşündeydi. Muhalefetin girdiği yeni çerçeve içinde sol politika ile hiç bir ilgisi olmayan, yozlaşmış biçimler vardı. Bunları Adorno gibi ben de kabul edilemez buluyorum. Bu biçimlere örneğin kitapların vandalca tahrip edilmesi de savunmasız bireylere yönelik şiddet uygulanması da dahil. Bunun radikal politikayla ilgisi yok ve Adorno’nun kınadığı üzere bu bir yozlaşma. Bu konuda Adorno ile hem fikirim.

Seiffe: Adorno’nun ölümünden hemen sonra basında çıkan anma yazılarında dışarıda bırakılan bir husus vardı: Adorno’nun marksist olduğu… Siz Adorno’nun marksist toplum eleştirisiyle ilişkisini nasıl görüyorsunuz?

Marcuse: Evet, söylemeliyim ki bu dışarda bırakma beni de şaşırttı -daha doğrusu şaşırtmadı ama çok garipsedim. Ben Adorno’yu marksist teoriyi en derin yönelimlerine kadar yeniden işlemiş olan çok az sayıdaki insandan biri olarak görüyorum. Kapitalist toplumun dinamiği ve olumsuzlanması tüm kültür alanlarında onun yapıtları aracılığıyla görünür hale geldi. Entelektüel kültürün en soyut ve en ulaşılmaz alanlarındaki bir yapıtın teknik olarak bütüncül ve titiz analizi toplumun kendisini açığa çıkartır. Mesela Schönberg’in bir kuarteti, Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’ndeki bir pasajı, hatta gündelik jestler de eleştirel analize tabii kılınır. Yapıtın kendisinin, kuartetin, metnin ve jestlerin ortaya çıktıkları noktaya kadar geri gidilir, bu açığa çıkarış kapitalist toplumun yapısıyla ve onun olanaklı olumsuzlanmasıyla birbirine bağlıdır.  Marksist analizi kültürde bu şekilde işleten ve bunu böyle iyi başarmış olan başka kimseyi tanımıyorum. Analizin sonucu onun için şuydu: Böyle devam edemez ama devam ediyor. Ve devam ettiği sürece eleştirel teorinin, marksist teorinin görevi, düşünmeye de devam etmek, radikal şekilde düşünmek ve düşünmenin radikalliğini diğerlerine de iletmek. Tabii ki yine de Adorno’nun üslubunun bu amacı saptırıp saptırmadığı ve ne ölçüde saptırdığı, praksise aldığı mesafenin bu üslup yüzünden mi açıldığı sorusu yanıtlanmamış kalıyor. Sıkça söylendi ben kendim de iddia ediyorum ki, eleştirel teori, radikal içeriğini hakkıyla iletebilmek ve onu haddinden fazla yüceltmemek için bugün kaba ve basitleştirilmiş biçimlerde sunulmak zorunda. Adorno’nun bu noktada benimle aynı düşüncede olmadığını biliyorum. O her zaman yapıtlarının özünün sunuldukları biçimden ayrılamayacağına inandı -ki öyle görünüyor ki büyük ölçüde haklı-. Onun dili şeyleşmeye düşme korkusundan çıkar. Daha önce değindiğim bu aynı korku, çok hızlı ve çok kolay anlaşılmaya ve böylece yanlış anlaşılmaya da dairdir. İtiraf ediyorum ki Adorno’nun cümleleri bazen bana cinnet geçirtirdi, bazen kızdırırdı ama sanırım tam da böyle olmaları gerekliydi. Ve inanıyorum ki onların bende yarattığı bu etkiden hiç de utanmam gerekmiyor.

Seiffe: Theodor Adorno ile hesaplaşmaksızın nasıl devam edilebilir?

Marcuse: Theodor W. Adorno ile hesaplaşmaksızın nasıl devam edilebileceğini tahayyül edemiyorum. Sonuçta onla benim aramızdaki farklılıklar deyim yerindeyse nesnesiz kaldı, çünkü Adorno’yu temsil eden ve onun adına konuşabilecek kimse yok. Ona müteşekkir olduğum sayısız şey var, yapıtları olmaksızın yaşamaya devam etmeyi tahayyül bile edemiyorum. Fakat tam da bu, onun yapıtlarıyla hesaplaşma zamanının daha geleceği, gelmek zorunda olduğu ve henüz böyle bir hesaplaşmanın başlamamış olduğu anlamına geliyor.

kaynak: https://viraverita.org/

Scroll to Top