İki gün önce bir anda yağmur bastırmış ve neredeyse iliğime kadar ıslanmıştım. Dün neredeyse aşık oluyordum. Bugün ise son iki günü yaşadığıma emin olamadığım sanrılarım vardı. Üç gündür devam eden devingen bir rüya görüyor gibiydim. Öyle bir düzlemdi ki bu, Kızılay’a gitmek beni ölesiye etkiliyordu. Fiziken çok yakın, fizik-ötesi formuyla ise bana bedenimden de yakın bir şeyler oluyordu. Reaksiyon göstermeye başlamıştım bile. İki gün önce ıslanmıştım ve şimdi ise sebepsiz yere hastalanmaya çalışıyordum. Neden sağlıklı olmaktan gına gelmişti biliyor musun? Çünkü en sağlıklı insanlar en fazla acıyı çekiyordu. Senden önce olan bir şeyin senden sonra olmasına alışma süreciydi bu. İki gün önce seni görmüştüm ve sebepsiz yere Ankara’ya saplanacağımı anlamıştım. Aşık olmak hala gizemini koruyordu ve belki de aşık olmaya çalışmak bizim devrimimizdi. Düşünsene, o andan sonra ‘’dün aniden gelecekti.’’
Çünkü yaşamaya başlamadan yıllar önce başlamıştı her şey. Sen olmadan çok önce, ağacın köklerinden gökyüzüne doğru yükselmeye başladığı anda. Çekirdek seni çekiyor ruhun ise bedenini itiyor ve gökyüzüne uzuyordu. Ateş hep yükselirdi, yukarıya doğru yanardı. Bu kuantumdu ya da kendi sesinin sana anlatmaya çalıştığı bir hayalden ibarettin. İlk üç gün önemliydi. Fotografik hafızan yoksa ve beyninin anı depolayan kısmını tam kapasite kullanamıyorsan büyük bir sorunla karşı karşıyaydın: dünden öncekileri hatırlamak çaba isterdi. Bu kadar varoluşçuluk karşısında sen yine de bugün geçmez derdin. Ama geçecek. Ne yaparsan yap bugün geçecek. Ve dün nasıl bitirdiğinle kalacak. Bu yüzden ilk üç güne odaklanacağız ve biliyor musun seni ilk üç günkü kadar hatırlayabildiğim tek şey aynadaki yansımamdı…
Alfa (Gün 1), Beta (Gün 2), Omega (Gün 3)
Alfa: Gün Doğumundan Gün Batımına
Beta: Gün Batımından Gün Doğumuna
Omega: Gün Kavramını Yitirdiğinde ya da Sona Yaklaştığında
KUANTUM ALFA:
İlk defa, Çarşamba günü buluşmuştuk seninle. Çarşamba olmuştu, belki de parçalanmak için en ideal gün olduğu içindi. Soğuk günlerden biriydi Ankara’da, akşamüzeriydi. Gerçekten üzer miydi akşam insanı? Kırmızı Ikarus’un arka tarafındaydık, ayaktaydık. Bu eski model otobüse ne zaman binsem zaman yolcusu olduğum hissine kapılıyordum.
‘’Tek başıma olmuyor,’’ demiştin.
2’lik ego kartını bu yüzden almamış mıydık?
‘’Bu bir aşk hikâyesi olmayacak,’’ demiştim.
Bu yüzden soğuk değil miydi Ankara?
Soğuk bir Ankara akşamının en sıcak şeyini yaptığını biliyordun ama değil mi? Soluk boruma kaçmıştı sesin. Bir düşünsene yaptığın şeyi. Aklım almıyordu.
Beytepe’nin garip bir ışıltısı vardı. Beytepe Kütüphanesinin ise sadece orada sabahlayanların bildiği birkaç sırrı… Alt kattaki özel çalışma odalarından yalnızca birisi ise her şey için çok uygundu. Sırlardan birisi bu odaydı. Bu odalar sadece rezervasyon sistemiyle kullanılabiliyordu. Yani öncesinde kullanmak için bir talepte bulunmak gerekiyordu. Ben de öğreneli neredeyse bir yıl olmuştu. Tam bir yıl boyunca, kayıt masasına gittiğim her seferde, bazı yüzlerin hep aynı odayı talep ettiğini ve bu sırra yalnızca benim sahip olmadığımı fark etmiştim. Böylece, odadan haberdar olan yaklaşık 30 kişi hesapladım. Neyse ki nasıl gerçekleştiği başka bir sır olan mutlak bir döngüyle bu odayı hiçbir çakışma yaşamadan kullanmayı öğrenmişti bu 30 kişi. O gün döngüde sıra tekrar bana denk gelmişti. Seni odaya götürdüğümde bu karmaşık yapının hiçbirinden haberin yoktu. Ama odayı gördüğünde yüzündeki gülümsemeyi görmeliydin. Duvarlara ve masaya bir sürü şey yazılıp çizilmişti. Oda işgal evi görüntüsü veriyordu ve ışığı diğer odalara nazaran daha az aldığı için ideal bir atmosfere sahipti. Ayrıca kütüphanenin en karamsar insanlarının kolay kolay ulaşamayacağı çok uzak bir köşedeydi konumu. Kapıyı hemen kapatan sen oldun. Sonra boynunda asılı olan anahtarı bana uzattın.
‘’Merak etme, bununla her kapıyı açabilirsin,’’ dudaklarını ısırdın ve duraksadın, ‘’ama bu sefer kilitlemeni istiyorum bizi.’’
Bir his vardı, o anda gelen. Ruhumuz sıkışıyordu ve belki de kaçmak için her yolu deniyorduk. Ruh kapanları gibi değil miydi kapılar? Mutlak varoluş mutlaka çıkar karşına ama mutlak surette kendini göstermesi mümkün olmazdı. Öncelikle yarınlara dair umudu olan ruhu parçalanmış bir varlık gerekirdi. Kapıyı aralayıp içinden geçmek ya da geçmemek tamamen sana aitti.
‘’Bunu yapamam,’’ ellerini tuttum ve duraksadım, ‘’kapıyı kilitlersek bir daha bu şansa erişemeyebiliriz.’’
En nihayetinde, bildiğim birkaç sır daha vardı…
Kütüphanenin girişi dünkü olaylarda ağır hasar almıştı. Ufalmış cam parçacıkları parıldıyordu her yerde. Kütüphane görevlisi sorgulayan bakışlarla bakıyordu her öğrenciye. Ankara’da direnmek bir yaşam sanatıydı. Direniş yükseliyordu. Ankara’nın en devrimci kafesi Beycafe’nin bulunduğu binanın duvarına yapılan yazılamaların yanından her geçtiğimde bunu iliklerime kadar hissediyordum. O gün yine aynı yoldan kütüphaneye doğru gidiyordum. Yazılamalar yerinde duruyordu. Yeni bir yazılama daha yapıldığını fark etmiştim: ‘’İsyan, devrim, özgürlük’’. Tam bu sırada yağmur bastırdı. Direnişi ve yağmuru aynı anda iliklerine kadar hissetmek kadar devingen başka bir şey daha hatırlamıyorum.
Bilinçli bir şekilde ıslanarak yürümeye devam ettim. Koşmaya gerek yoktu. Koşmayanlardan biri de sendin. O sırada birbirimizi gördük. Kalabalığın içinde birbirini tanıyan bakışlar vardır, bilirsin. Daha adını bile bilmeden sana çok yakın gelen birileri vardır, hissedersin. İçini kaplayan çığlık sessizce dışarı çıkar. Ve sessizliği paylaşan bu gezegendeki tüm mülteciler yağmur altında birbirini bulmaya programlanmıştır. Diğer herkes yağmurdan kaçtığı için olsa gerek yalnızca ikimiz kalmıştık yaklaşık 40 metrelik yol boyunca. Kütüphaneye kadar beraber yürüdük. İliklerime kadar ıslanmıştım ve konuşmaya başladık.
‘’Sana kahve ısmarlayayım, içini ısıtır,’’ dedin ve kendinden emin bir şekilde devam ettin, ‘’hem içine biraz Votka da damlatırız, Ruslar gibi ısınmış oluruz.’’
Dün gece Gürcü Votkası içtiğimi söyledim. Üzerine derinlemesine düşünmediğim bir geceydi ama bir anda önem kazanmıştı sayende.
‘’Bir gün kendi votka kokteylimi icat edeceğim.’’
Kıkırdamıştın. ‘’Ah, öyleyse kahve otomatı ve votka ilginç bir ikili olabilir!’’
Bunu söyledikten sonra kütüphanenin girişinde duvara yaslanmış kahve otomatına doğru gittin. Elinde kahvelerle döndüğünde bana gülümsüyordun. Sıcak kahveyi yavaşça içmeye başladım. Votka aromasını hissetmiştim. Bir anda çok sıcakladım. Plasebo etkisi olsa gerek, diye düşündüm.
‘’Kahve hiç var olmamış olsaydı ne olurdu düşünmek bile istemiyorum.’’
‘’Sanırım Bob Dylan yola çıkmadan önce kahve içmemiş olurdu o kadar,’’ dedin ürkerek.
‘’Ya da Sartre varoluşunu kahveye adamamış olurdu.’’
‘’Nietzsche, Kant, Voltaire kafein bağımlısı olmazdı, her şey son derece sıradanlaşırdı galiba,’’ dedin sıradanlaşarak.
‘’Birde sade mi yoksa Votkalı mı ikilemi var, hiçbirini yaşamazdık herhalde.’’
‘’Düşünmemiz için içmemiz gerekiyormuş,’’ dedin sonra, ‘’tuhaf, ama iyi ki ıslanmışsın.’’
Vizeler bitmek üzereydi. Sınavlardan önce çok içmiştim. Haliyle, birden fazla sınavı kaçırmıştım bile. Kaçırdığım sınavlar beni tedirgin etmiyordu. Seninle uzay zamanı bükebileceğime inanmaktı bütün sorunum. Sorunla karşılaştığım ilk evrelerdi. Galakside sadece ikimizin olduğu düşüncesi akıl almazdı, sence de öyle değil miydi? David Bowie’nin de söylediği gibi, bu kozmik bir cızırtıdan ibaretti. Sen çok önemsemiyordun bunu. Kütüphanede sevişiyorduk. Ders çalışacağıma sana aşık olmaya çalışıyordum belki de. Hocanın verdiği notları inceleyeceğime seni inceliyordum.
Yumuşak olan teninin sert bir bitirişi kaldıracağını sezer gibiydik ikimiz de. Bunu göze almak kadar seni ve kalçanı hayatta tutan başka ne olabilirdi ki hayatında? Hayatta kalmalıydık, direnmeliydik ve biliyor musun; sonuçta, soğuk bir Ankara akşamında sevişmekten başka ne ısıtabilirdi ki bizi. Akşamüzerine doğru ise son durum şöyleydi: Dönüşüm başlamak üzereydi, yavaşça sokuluyorduk mavinin en koyu tonuna, yeterince görmüştük aydınlığı ve yarı karanlık odada gözlerimizi hazırlamıştık karanlığa, yarın sınavlar vardı ama biz çoktan düşmeye hazırdık.
Yarı karanlık bir odada göz bebeğin başka bir göz bebeğine doğrusal bakıyorsa veri aktarımı en yüksek seviyeye ulaşır. Dark Web’teki gibi özgürce sınırsız bilgiye erişim hakkın vardır. Koruma programları devre dışı kalır. En güzel şarkıyı paylaşır, en gizli duyguları görürsün. Ama önemli bazı parametreler de vardır. Download hızın upload hızından düşük olabilir ya da tam tersi upload hızın download hızından düşük olur. Peki, bu durumda kimin daha çok aklı kalır öbüründe? Kütüphane interneti ülke standartlarının biraz olsun üzerindeydi ve bu odada siber düzeyde bir şeyler yaşamıştık, artık biliyordun. Belki göz açıp kapayıncaya kadar geçen zamanda sıkışıp kalmıştık. Belki sonsuz bir döngünün sonrasında göz kırpmıştık o kadar. Bunu hiç yaşanmamış bir anda fark ederdin. İçinden gelen sonsuz yaşam sevinciyle birlikte gülümserdin öylece. Ve gözlerin anda kalırdı. Masaya şunu kazıdığında anlamıştım bunu: ‘’Carpe Diem was here!’’Yanına başka bir şey kazıdım: ‘’So was Carpe Noctem!’’
Kapıyı araladın ve içeriye süzülen ışığı yararak beni de kendinle birlikte dışarıya sürükledin. Sırf böylesine, aniden dışarıya çıkabildiğin için kapıyı kilitlememiş olduğuma sevinmiştim. Büyüyü bozmamak içindi her şey. Kızılay’a inmemiz gerektiğini söylediğinde ise yaklaşık olarak 6 saattir odada olduğumuzun farkına varmıştım. Sanırım bolca biraya ihtiyacımız vardı…
Astra Inclinant, Ses Non Obligant (Yıldızlar bize eğilirler, ama bize mecbur değiller)
Kuantum Alfa burada devreye giriyor. Bir şey yapacaksın ve sonunda bir şey olacak. Bunu niye yaptığını kimse bilmeyecek senden başka. Yükselirken kendine tutunacaksın. Kanatların çıkacak. Fotonlar ışın saçacak. Elektronlar ayrışacak. Kuarklar bile parçalanacak. Orion’dan bir yıldız ruhuna karışacak. Adı Betelgeuse, yok olmayı bekliyor ve patladığında kırmızı elmaslar saçacak etrafına. Evden çok uzakta kozmik bir cızırtı yankılanacak. Sevdiğimiz bir şarkıda ne diyordu anımsadın mı?
‘’Dışarı çıkar beni bu gece,
Herhangi bir yere, fark etmez
Eve hiç ama hiç gitmek istemiyorum
Çünkü bir evim yok artık
Evim yok…’’
Bu düzlemde gelmiştin. Hep bu düzlemde gel işte…
KUANTUM BETA:
Tüm bunlar olmuşken yine de Ikarus’un arka tarafında ayakta durmak heyecan vericiydi. Ikarus kırmızıydı ama varoluşun rengi olmazdı. Olan şey rengin varoluşuydu. Sıcak renkler vardı. Ama biz mavi dememiş miydik? Gerçi griydi Ankara, soğuktu. Buz gibiydi. Bir rivayete göre ise insanlar ısınmak için hep aşık olurdu. Son evrede şehir senin için renklenirdi ve gözlerin şehirdi artık…
Sıhhiye Köprüsü’nde indik otobüsten. İfadenin altında sadece Ankara’ya ait olanların bildiği bir şeyle yüzleşmeye hazır bir başka ifade yatıyordu. Sıhhiye Köprüsü’nden Kızılay’a kadar yürümekle geçecekti zaman. Otobüs zaman ve mekân algısını da beraberinde getirmişti bizimle. Kütüphane odasından çıktığımızdan beri sürükleniyorduk öylece. Beytepe’nin zamanıyla Kızılay’ın zamanı arasında mutlak bir fark oluşmuştu. Neyse ki verdiğin anahtar her kapıyı açabilecekti. Yürümeye başladık. Abdi İpekçi Parkı’ndan geçtik, üst geçidi kullanmadık, köşeyi döndük ve Sakarya’ya doğru yol aldık. Zafer Çarşısını geçtikten biraz sonra Sakarya caddesi sınırlarına girmiştik. Ve ilk defa Eski-Yeni Bar’da geceleyecektik seninle.
‘’Bu saatlerde kendime çeki düzen vermek zor geliyor. Kendimi bırakıyorum. Karanlık beni çekiyor ve sanki her şey daha kolay görülüyor karanlıkta. Uyku tutmuyor. Düş görebilmem için uyanık kalmam gerekiyor. Biliyor musun, içimden bir ses bu saatlerde sana daha hızlı aşık olabileceğimi söylüyor,’’ duraksayarak devam ettin, ‘’saçmalıyorum galiba boş ver.’’
Söyleyecek hiçbir şeyin olmadığında ne söylenebilirdin ki? Saçmalardın. Yükselir ve düşerdin.
‘’Saçmalamak,’’ dedim, ‘’bu zamana kadar kurduğun en anlamlı cümle.’’
‘’Sadece gitmek,’’ demiştin.
‘’Sadece gitmek?’’
‘’Evet, sadece.’’ diye tekrar etmiştin.
‘’Dursana bir dakika. Sadece anlamak istiyorum.’’
‘’Ben şu ana kadar Beatles dinlemekten başka hiçbir şey yapmadım biliyor muydun?’’ diye devam etmiştin.
‘’Ben de geçen gün aynı şarkıyı tekrara alıp 19 kez üst üste dinledim.’’
‘’Gitmek için sadece sana ihtiyacım olduğunu söylesem ne derdin? Çünkü sana karşı stabil olamıyorum.’’ demiştin en sonunda.
Biraz daha bira içmemiz gerekiyordu. Atomik düzeyde çarpışmalara hazır olmamız lazımdı. Aklına Ford Prefect geldi değil mi? ‘’Yağmurdan kaçmayanların yağmur dindikten sonra gittikleri yere gideceğiz seninle,’’ diyebilmiştim sadece.
Bunları konuştuğumuzda ağzında bar fıstığı vardı. Birana bırakıyordun fıstığı. Sonra içiyordun biranı yüzen fıstıklarla birlikte. Bense birkaç biradan sonra işemeye gitmeye başlamıştım. Sen arkamdan izliyordun beni. Sonuçta, rahat bir vücud kimyasıyla öpüşmemiz gerektiğini biliyorduk. Bu yüzden ikinci yenici olmamıştık zaten. ‘’45’lik çalması iyi oldu,’’ dediğinde dudaklarından biranın kalanını içiyordum. Geceyarısını devireli çok olmuştu. Saat 3’e doğru ise bulanık görmeye başlamıştım. ‘’Haydi kalkalım,’’ dememin sebebi ise bir anlığına kapıyı net olarak görebilmemdi. Net bir ışık hüzmesi, şehir içine çekiyor şimdi bizi…
Işık hüzmesine doğru ilerlerken ışıltılara dalmıştık ikimizde. Düşler uçuşuyordu ve geleneksel şeylerden çok uzaklaştığımızı anlamıştım.
‘’Şimdi gecenin en gerçekçi sololarından biri çalacak, sonra nakaratı bağıra bağıra söyleyeceğiz,’’ dedim.
Çünkü kontrolü kaybettiğimizde ve korku gittikçe büyüdükçe iyi batışlar dilemekten başka çaremiz yoktu kendimize.
‘’Otobüste olanlar yalnızca bir Ankara trafiği melankolisiydi bence,’’ dedin.
Klasik cevapların hiçbiri yeterli gelmiyordu. O yüzden susmayı tercih ettim. Deniyorduk, yanlış anlaşılmaktan korkmadan deniyorduk…
Beytepe otobüs ritüellerinde sıradan bir gün daha yaşanıyordu. Kızılay’a inecektik. 230 numaralı EGO bizi bilindik duraktan alacaktı. Ankara’ya özgü oturan-ayakta sırasında, ayakta olanlarla devam etmeye karar vermiştik. Ayakta sırasının ön taraflarındaydık. Bunun anlamını ikimizde biliyorduk. Ankara Belediyesi yenilemişti tüm otobüsleri. Ikarus’lar yavaş yavaş azalıyordu. Genellikle Beytepe’ye veriyorlardı nedense bu eski mitolojik araçları. Körüklü otobüs durağa doğru yavaşça yaklaşırken insanlarda o bilindik binebilecek miyim beklentisi oluşmuştu yine. Çoğunluğu -özellikle akşamüzeri gitmeye karar verenler- içmeye giderdi. Ankara’nın en sevdiğim ritüellerinden birisiydi işte bu anlar. Beytepe’den Kızılay’a inmek sanki şehri canlandırmaya gidermişçesine…
Otobüste oturacak yer kalmayınca ayakta sırası içeriye doluşmaya başlamıştı. Sıra bize gelmişti. Kartı makineden iki kez üst üste geçirdikten sonra en arkaya doğru ilerledik. Sonunda Ikarus’un arkasındaydık. Soğuk demir korkuluklara dayandık. Yaklaşık beş dakika sonra otobüste adım atacak yer kalmamıştı. Buna sevinmiştik, çünkü biraz daha yakınlaşmıştık.
Kozmik perspektiften baktığın zaman gideceğimiz mesafe çocuksu geliyordu ama ifadende oluşan sonsuzluğa değerdi. Şehrin ışıkları otobüsün camına yansıyordu, yağmur damlacıkları ışıkları kırıyordu. Henüz dağılmamıştık ama susmuştuk. Henüz parçalanmamıştık ama yüzüne yansıyan şehrin kırılmış ışıkları bizi takipteydi.
Maltepe durağı sonrası Sıhhiye Köprüsü’ne kadar o bilindik akşam trafiği vardı yine. Yaklaşık üç dört dakika süren mesafe trafikle birlikte neredeyse yarım saate kadar çıkmıştı. Toplu taşıma işini uzay ajansına vermelilerdi artık. İşte geri dönülemez yola burada girmiştik seninle. Otobüse biner binmez kulaklığın sağ tarafını bana uzatmıştın. Seni tanıyordum. Seni olman gereken kadar tanıyordum. Bana ‘’başka şehirde buluşamayız,’’ demiştin çünkü. Sen söyledin bana bunu. Ikarus’un arkasında.
‘’Bir şarkıyla başlayacak her şey. Bak göreceksin, genlerine kodlanmış gibi…’’
Keşke bu uyarıyı yapmadan önce biraz daha şans tanısaydın bana. Şarkıyı oynatmaya başladığında gözünden süzülen yaş dün içindi, bugün niye ağlıyordun o halde?
Festina Lente (Yavaşça acele et!)
Kuantum Beta burada devreye giriyor. Zaman akıyor; kendinde yaşadığın zaman bir ömür boyu mu, yoksa sadece bir andan mı ibaret? Göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede değiştin belki. Biraz sonra biraz daha yaşayacaksın ve bu böyle sürüp gidecek. Zaman akıyor ve yavaşça acele etmelisin!
KUANTUM OMEGA:
Kahveleri içtikten sonra hasar görmüş kütüphane girişine yöneldik. Kütüphane görevlisi sırılsıklam halde iki insanın içeriye girmesine içerlemişçesine bize bakmaya başladı. Dünkü olaylarda canını çok sıkmıştı yöneticiler belli ki. Bakışlara aldırmadan görevlinin bulunduğu masaya doğru yaklaştım. Odayı rezerve etmiştim ama emin olmak için tekrar sordum. Bir sıkıntı yoktu.
‘’Benimle gel!’’
Tereddütsüz gelişin beni etkilemişti.
‘’Şimdi sana birkaç sırdan bahsedeceğim ama parçaları senin yerine koyman gerek.’’
Tereddütsüz merakın beni etkilemişti.
‘’Yeni sevgilim!’’
Tereddütsüz sevgin beni etkilemişti.
‘’Ankara bizi ayıracak!’’
Tereddütsüz gözyaşın beni etkilemişti.
‘’Vedalar doğru değil ama alışmalıyız!’’
Tereddüt etmiştin ve bu beni etkilemişti.
Gözlerimi açtığımda yıldızların altında bulmuştum kendimi. Kendime geldiğimde hala uyuyor olabileceğimi düşünüyordum. Sen de gözlerini açmaya çalışıyordun. Mekandan ayrıldıktan sonrasını hayal meyal hatırlıyordum. Gün ışığını tamamen kaçırmıştık. Islandığımızdan itibaren iki gün geçmiş olmalıydı. Nitelikli bir kafa karışıklığı yaşıyordum. Bu sırada sarıldın, uyanmıştın.
‘’Neredeyiz?’’
‘’Sanırım Yeşil Vadideyiz. Beytepe’ye geri dönmüşüz.’’
‘’Güven Park mı Kuğulu Park mı diye sorsalar Güven Park’ta vişne votka içmek derdim.’’ (İki yıl sonra Kuğulu Park’ta değil burada kuracaktık barikatı çünkü…)
‘’Güven Park, vişne suyu ve votka yeni kokteylin için ideal üçlü olabilir,’’ hafifçe elimi sıkarak devam ettin, ‘’benim kahve otomatı kokteylimi de listeye alman şartıyla!’’
Bunları henüz sarhoş değilken kütüphane odasında konuşmuştuk. Ama biz iki gün boyunca o odaya kaç kere girmiştik? Votkayı masaya koyduğunu anımsıyordum. Ardından ‘’Bu odaya iyice alışmaya başladım,’’ demiştin. Bir dakika, masaya kazıdığın şu cümle hala burada duruyor. O zaman yağmur dindi ve biz ıslandıktan sonra yine buraya geldik. Gideceğimiz yer en başından beri belliymiş. Ahh, şu anda bunları düşünecek kadar ayık değilim. Belki sonra aklıma gelir, yıllar sonra hatırlayacağım bir detay. Ama buna rağmen düşünmemek ve hayatımın bu zaman aralığını karanlığa gömme olasılığını göz önünde bulundurabileceğime de emin değilim. Hatırlayacağıma emin olmadığım şeyleri düşünmek sarhoş kafayla çekilmiyor, çekilmiyor, hadi biraz daha sevişelim! Belki iyi bir seks hayatımıza yeni anlamlar katmamıza sebep olabilir.
Vadide olmak güzeldi. Ağaçlar biraz olsun soğuk esen rüzgarı engelliyordu. Islık çalmaya başladın. Orman kaybolanların evi. Merak etme ıslık bulacak evini. Sonrasında yeniden nefes alacaksın. Şimdilik boşlukta kendimize bir ev bulmalıyız. İçinde tanımlayamadığın boşluk hissini bilirsin değil mi? Onu yaşadığın gezegenin boşlukta asılı kalmasıyla tamamlayacaksın. Sonsuza doğru genişleyen bir boşlukta savrulmak ve devinmek için yörüngeye oturdun. Kütlenden daha büyük bir duyguyla çarpıştın. Ve bu seni un ufak etti o kadar.
‘’Rüzgar başını döndürüyorsa sana fısıldadığı şeyler bu dünyadan değildir.’’
‘’Seninle öpüşmek de başımı döndürüyor. Bu şeyin adı ne peki?’’
‘’Bunun adı Ankara Yesterday. Çünkü ağladın ve bu hiç olmadı, aşık oldun ve kondomsuz seviştik, gittim ve şehir dün gibi değil artık. Hep burada, şimdi olduğun gibi olmak istiyorsun ve yarın buna hiçbir zaman izin vermeyecek gibi karşına çıkıyor. Dün ise peşinden kovalıyor, onu bıraktığın için kızgın. İşte bu başımızı döndürüyor.’’
İfaden kazınmıştı gözlerime.
‘’Bilincim parlak bir yıldız,’’ diyordu şarkıda, öyle işte.
Ne çarem var benim? Yıldızlara bakmaktan başka ne çarem var benim?
O sabah yeni bir hisle birlikte uyanmıştım. Bugün daha canlı hissetmemin bir nedeni olmalıydı. O ilk şeyi son kez yapabilmenin keyfiyle tanışmış olmalıydım. Bugün daha canlı hissediyordum çünkü yaşamak için bir sebebim olmalıydı. Son zamanlarda aynı şarkıyı çok dinler olmuştum. Döngüsel olarak sık sık başıma gelirdi. Yine bir şarkı belirleyecekti gideceğim yolu demek ki. PC’nin ekranı kapanmamıştı. Youtube sayfasında Ekim Devrimi’ni anlatan bir belgesel açık kalmıştı. PC’yi kapattım. Çantamı kaptım. Odadan çıkarken dışarıyı kontrol etmemiştim. Ama gök gürültüsünden yağmur yağacağını tahmin etmek zor değildi. Dışarı çıktım ve yine aynı yolu seçtim.
Son gördüğümde seni dönüp baktın bana. ‘’Garip bir histi tüm bunlar.’’
Odadan çıkar çıkmaz elimi tutup peşinden sürükledin beni. ‘’Çabuk otobüsü kaçıracağız.’’
Eski-Yeni’de masaya oturur oturmaz kendine çekip öptün beni. ‘’Sakın hasta olma yoksa öpüşmemiz aksayabilir.’’
Ikarus’ta en arkaya geçer geçmez kulaklığın bir yanını uzattın bana. ‘’Düş Sokağı Sakinleri sever misin?’’
Euphoria in Unhappiness
Kuantum Omega burada devreye giriyor. Atom altı parçacıkların, yani kozmik perspektifin gizemi çözülüyor. Mutsuzken aşırı mutlu hissetmek. Evet, Ankara’nın diğer adı bu işte. Şehre saplanmış da olabilirsin, belki de yalnızca sana öyle geliyordur. Şehir sana günsüzlük yaşatıyor. Günler çoktan anlamını yitirmiş. Dün ne olduğuna dair bir fikrin kalmamış. Ama düne inanıyorsun. Varoluşa inanıyorsun. Başlangıç ve son yalnızca Tanrı’ya atfedilirken kendi günlerini hatırlayamamak kozmik yasalara göre yanlış geliyor, hem de çok. Bu yüzden hatırlaman gerek…
Omega sona yaklaştın demek. Üstünde uçuşan kuarklara, gökyüzünün maviliğine, biten şarkının hüznüne adadın kendini yine. Yaşayamadan bilemeyeceğin sonlardan yaşayacaktın. Yani yaşamak zorunda olduğun sonlardan… Dürüst olmak gerekirse bu evrede kendini ifade etmek zor gelir. Konuşmadan anlaştığın birisi seni hep çeker. Çünkü gökyüzünde milyonlarca yıl önce sönen bir yıldız göz kırpmıştır. Ve sen bir şiire ya da şarkıya inanmışsındır. Bu evreye geçmiş olmak ancak şiirleştiği ya da melodileştiği zaman anlaşılır hale gelir. Karmakarışıktın artık şiirsin, darmadağındın artık şarkısın. Ve biliyor musun, biz ikisini de hak etmiştik.
STÜDYO
Stüdyoya girdiğimde içeride beni bekleyen kimse yoktu. Bilmeden yolum buraya düşmüştü. Bu yüzden bir beklentim olmadan odaya girmiştim. Olabildiğince tepkisizdim. Donuk bir ifade takınmaya çalışmıştım ama gözlerim beni hep ele veriyordu. Bunu bildiğim için güneş gözlüğümü çıkartmamıştım.
Günlerin bir anlamı kalmamıştı. Haftalar günleri yutmuştu. Aylar geçtikçe yanlış anlaşılıyordu. Yıllar sonra ise hangi gün olduğunu hatırlamıştım. Bu arada, günleri birbirine karıştırmış da olabilirim. Meraklanma, kaotik bir düzlemde her şey eninde sonunda düzelir mutlaka. Kozmos’un bir anlamı da düzen/harmoni değil miydi?
Record’a bastım ve ağzımdan şu cümle çıktı:
‘’Beni bu şehirden ve şarkılardan başka kimse anlamayacak.’’
Record 1
–00.00–
(Alfa) Yaşamaya başlamadan çok önce aklımda bir ses vardı. Bedenim oluşmadan önce aklımda kalan bir şey. Sonsuza kadar susacakmış düşüncesiyle dolup taşıyordum ama bunu bana söyleyen de bir sesti. Ardışık iki sayının birbirleriyle olan ilişkisi miydi çözülmesi gereken yoksa asal sayıların bireyselliği mi? Kendi kendime bölünme özgürlüğümü kimse elimden alamayacaktı. Big Bang’den sonra yaşam form tutmaya başlamıştı.
(Beta) Sadece şarkı dinleyip Batı’ya sürmek… Bunun için Spotify’da bir liste bile hazırladım. Adı Ride The West. Dinle istersen. Dinledikten sonra bazı şeyler değişkenlik gösterebilir belki. Bende ne mi oluyor? Ikarus’un kanatları çıkıyor. Sıhhiye Köprüsüne kadar dayanabilirsen eğer Ankara hiç bestelenmemiş mitolojik bir Pink Floyd şarkısına dönüşüyor.
(Omega) Son üç günü tekrar tekrar yaşasam yine aynı şeyi hissedecektim. Bir şarkının nakaratını üç kez art arda çalacaktım. Omzumda ağır bir şey vardı yine, dünden kalmış dünden önceki günlerin ağırlığı. Ve her günün sonunda kaosa sürüklenmemizin bir nedeni vardı. Domino etkisi bizi karanlıklaştırıyor, kalbimiz hiç bilinmeyen bir şeye atıyor, gün doğmuyor, doğmuyordu…
Mix: Syd Barrett – Dominoes
Pink Floyd – Dogs
The Smiths – There Is A Light That Never Goes Out
–00.59–
Record 2
–01.00–
(Alfa) Yine düşüyordum. Karanlık çemberin içerisine doğru ilerledim. Derinlere indikçe yerçekiminden uzaklaşıyordum. Merkez kaç kuvveti kendi kendimden uzaklaştırıyordu beni. Düşmüştüm belki, yerimden olmuştum, kayıptım, ama yine de bir yere gidecektim. Tam bu sıralarda fiziksel bir şey yapmadığımı anlamıştım. Meta fiziksel şeylerde kaç merkez olurdu? Herhalde sayılamayacak kadar çok kaçardım merkeze. Beni bırakmanı istememiştim hiçbir zaman. Beni yolda bırakmanı hiç istememiştim.
(Beta) Hiç bilmediğin bir duyguyla karşılaşıyorsun. Daha önce adını bile duymadığın bir şey oluyor. Seni bilen ve seni yaşamda tutan bir şey. Yaşam ‘’bir şeylerden’’ doğuyor ve aklında hep bir şeyler kalıyor. İçinden gelecek, gideceksin. İçinden gelecek, gecenin rengine bürüneceksin. İçinden gelecek, bir şarkı mırıldanacaksın. İçinden gelecek, bir gün mutlaka içinden gelecek.
(Omega) Öykü bitmişse, yağmur dinmişse, son kez sevmişsen ve artık şehir hiçbir şeyi yanıtlayamıyorsa çıkış tabelanda şu yazmalıydı: ‘’Neden bunu yolda yapmıyoruz?’’
Mix: Düş Sokağı Sakinleri – Biliyorum Hayat Yeniler Kendini
Mari Kvien Brunvoll – Everywhere You Go
Oi Va Voi – Yesterday’s Mistakes
–01.59–
Record 3
–02.00–
(Alfa) Seninle neden karşılaşmıştık biliyor musun? Yıldız tozuna bulanmış olabilirdim, elektronlarıma ayrışmış olabilirdim, seni Ankara’da görmüş olabilirdim.
(Beta) Ölümcül sorularla karşılaşıyorduk. Cevap vermekten kaçındığımız ama cevabını adımız gibi bildiğimiz sorularla… ‘’Ne yaşadık?’’, ‘’Kimdik?’’, ‘’Şarkıyı sevecekler mi sence?’’, ‘’Nasıl yıkacağız duvarı?’’, ‘’Beni hissedebilir misin?’’, ‘’İçeride kimse var mı?’’, ‘’Nereye kayboldu duygular?’’
(Omega) Peki nasıl hatırlıyorum bunca şeyi biliyor musun? Çünkü dördüncü günün şafağında öksürmeye başladım. Hastalanmıştım…
Mix: Düş Sokağı Sakinleri – Hoşçakal
The Doors – When The Music’s Over
Villagers – Memoir
–02.59–
Off The Record
–??.??–
(Alfa, Beta, Omega) Öykünün 19 kez üst üste dinlenen şarkısı ise en başından beri belliydi aslında. Sadece biraz daha iyi hissetmem gerekiyordu yazabilmem için. Her iyileştiğimde ise yine yağmur yağacaktı, ben yine yağmurda ıslanacaktım. Ama biliyordum. Biliyordum sikik sebepler neden oluyordu buna hep.
Parçalar birleştiğinde yine gelecekti (SANSÜR) gitme isteği.
Ve dün bütün dertlerin uzağındaki gerçekliğiyle aniden gelecek, gelecekti…