Gabriel Garcia Marquez’in Başkan Babamızın Sonbaharı, otoriterizmin paslı özüne yapılan sarsıcı bir yolculuk. Bir romanın ötesinde, bir diktatörün soluk alıp veren yalnızlığının, çürüyen ve çürüten gücünün, iradesine boyun eğmiş bir ulusla arasındaki çarpık dansın derinliklerine inen hipnotik bir çöküş şarkısı. Yazarın kelimeleri, General’in zihnindeki kaosu ve Latin Amerika’nın kadim ruhunu okuyucunun içine işleyen canlı bir tablo gibi dokuyor; her bir cümle, bu karanlık senfoninin en ince detayını özenle işliyor.
Marquez eserini, iktidarın yiyip bitiren yalnızlığına yazılmış bir ağıt olarak tanımlar. Burada isimsiz bir General’in hikayesi ile birlikte totaliter rejimlerin evrensel çığlığı yankılanıyor. Düşün ki sayısız yılın sonunda, yalanın her şeyden daha elverişli, aşktan daha yararlı, doğrudan daha kalıcı olduğuna inanmış bir zihin, kendisinin yönetme yetkisi olmaksızın ulusu yönetişine, yüceltilecek yanı yokken yüceltilişine, yetkeden yoksunken söz geçirtişine, bu rezilce yalanlara hiç şaşmadan alışıyor. Bir diktatörün zihninin o derin, karanlık kuyusu.
1975’te okuyucuya ulaşan bu eser, Latin Amerika’nın caudillismo* geleneğinden ve dünyayı saran otoriter gölgelerden besleniyor. General, sadece bir tiran değil zamanı aşan, arketipik bir figür. Marquez’in kendi gözleriyle gördüğü, Pérez Jiménez’in Venezuela’daki düşüşüyle filizlenen, Franco’nun son nefeslerini verdiği Barselona’da yazılan bir başyapıt. İspanya ve Latin Amerika’nın acılı diktatörlük mirası her kelimesine sinmiş. Generalin kendisi bir mozaik. Rojas Pinilla’dan Perón’a, Stalin’den Franco’ya uzanan gölgelerden yoğrulmuş bir figür. Şahsında mutlakiyetin, paranoyanın, izolasyonun ve gerçeklikten kopuşun çürütücü dansı cisimleşiyor. Yaşı, 107 ile 232 arasında salınan bir efsane. İnsanüstü, mitolojik bir varlık. Fıtıklı testisi, ipeksi elleri, fil ayakları… Hem insan olmanın grotesk ironisi, hem de iktidarın deforme edici gücü. Sarayında onu saran hasta ruhlar, askerler, fahişeler, çeşit çeşit hayvanlar… Bir bozulmanın, hem fiziksel hem de ahlaki bir yıkımın mikrokosmosu. Zihinlerde yankılanan o ses: Siz aklınıza en uygun geleni yapın, nasılsa emirleri ben veriyorum. Mutlak bir yetkenin, sorgusuz sualsiz bir egemenliğin soğuk fısıltısı. General sadece fiziksel şiddetle değil, bilgi üzerindeki mutlak hükümranlığıyla da ayakta kalıyor. Patrício Aragonés adlı dublörünü kullanarak kendi ölümünü sahnelemesi rejimin tarihi ve gerçeği nasıl kolayca manipüle edebildiğinin bir kanıtı. Bu halkı kandırmanın yanı sıra tarihin, hafızanın ve gerçeğin iktidar tarafından yeniden yazılabileceğini haykırmak. Roman boyunca gerçek ile kurgu arasındaki sınırlar siliniyor, anlatının kendisi de hakikatin kaygan zemininde muğlak bir ayna işlevi görüyor.
Bu muğlaklığı perçinlercesine, eser altı perdelik bir kâbus gibi işliyor. Her bir perde, aynı hikayeyi çeşitli suretlerde yansıtıyor, sonsuz bir döngüye hapsediyor bizi. Tarih çoktandır tekrar eden bir gölge oyunu. Generalin cesedinin defalarca kez keşfedilmesi… Bir sembol, gerçekliğin diktatörlük tarafından nasıl bozguna uğratıldığının korkutucu bir yankısı. Bir ölümle başlıyor hikaye, ama bu ölüm hiç kesin değil, çünkü daha önce de yaşanmış bir sahte veda. Anlatım yapısı da eserdeki çürümeyi besliyor. Uzun, nefes kesen, noktalama işaretlerinden arındırılmış cümleler… Perspektif sürekli kayıyor, birinci, ikinci, üçüncü şahıslar iç içe geçiyor. Bu yalnızca bir üslup tercihi değil, diktatörlük altındaki yaşamın kaotik, zamansız ve mekansız doğasının bir yansıması. Marquez okuyucuyu bir boşluğa itiyor, çizdiği distopyaya doğrudan bir katılım sağlıyor.
Şiddet bu romanda bir baskı aracı ve bir mit yaratma makinesi. General Rodrigo de Aguilar’ın cesedinin bir ziyafette servis edilmesi dehşetin grotesk bir sanat eserine dönüştüğü anlardan biri. Bu aşırı, gerçeküstü sahneler şiddetin normalleşmesini engelleyip okuyucuyu bir yüzleşmeye zorluyor. Generalin şiddeti kişisel kaprislerinin bir dışavurumu gibi, bireysel keyfiliğin rejim siyasetine dönüştüğünü gösteriyor. Çocuklar bir yandan şarkılarını söyleyedursunlar, onlara hiç acı çektirmeden gemiyi havaya uçurmalarını buyurdu… Bu katı deneyler sonucunda, en büyük düşmanın insanın içinde yüreğin dibinde yattığına ilişkin inancı, büsbütün pekişmişti. Bir canavarın doğuşu ve yaşamı, iktidarın insanı nasıl yozlaştırdığının dehşet verici bir resmi.
Kadın karakterler —Manuela Sánchez, Leticia Nazareno, Bendición Alvarado— Generalin gücüyle farklı şekillerde kesişen hayatlar. Bendición Alvarado’nun azize ilan edilmesi, oğlunun saplantılı bağlılığını ve dinin iktidar için nasıl bir araca dönüştürüldüğünü gösteriyor. Leticia Nazareno, kaçırılan bir rahibeden saray hanımına, mutlak iktidarın duygusal bağları nasıl öğüttüğünün bir gösterisi. Manuela Sánchez ise, General’in saplantılı arzusunun nesnesi olarak, sınırsız gücün bile arzu karşısındaki çaresizliğini fısıldıyor.
Sayfalar ilerledikçe General’in içindeki dağılma dışına vuruyor. Fiziksel ve zihinsel olarak eriyen bu adam, gerçeklikten kopup kendi adını bile notlara yazıyor, geçmişi bugünle karıştırıyor. Harap haldeki sarayı ise çökmekte olan ulusun yansıması. Zihni korkuyla dolu, iktidar koltuğuna kendi kendini zincirlemiş bir ruhun çığlığı; …o zamandan bu yana şu koltuktan kalkmamışsan, hiç de kalkmamak derdindeysen, canın çekmediğinden değil, kalkacak cesareti göstermeyişindendir anladın mı, biliyorsun ki, seni sokakta sıradan bir ölümlü kılığında gördükleri an, köpekler gibi üşüşecekler tepene… Öcünü bir çırpıda alacaklar senden.
Roman halkın yaralı psikolojisinin ve hafızasının da derin bir kazısı. Malları rahipler, gringolar ve zenginlere dağıtacaklardır, yoksullara zırnık düşmeyecek tabii, çünkü o zavallıların anası oldum olasıya bellenmişti. Halkın ezilmişliği ve toplumsal tabakalaşma yüzümüze çarpıyor. Generalin ölümünün ardından bile halkın tereddütlü, bastırılmış tepkileri, rejimin bıraktığı derin travmayı ve geçişin zorluklarını gösteriyor. Ama çok sesli anlatı, kolektif belleğin inatla devam ettiğini, sessiz bir direnişin hep var olduğunu ima ediyor.
Başkan Babamızın Sonbaharı, otoriterizmin doğasına ve bu rejimlerin birey, toplum, tarih ve hakikat üzerindeki etkilerine dair katmanlı, şiirsel, sarsıcı bir deneyim. Marquez’in büyülü gerçekçilikle ördüğü bu evrende, gerçeklik ile mit, tarih ile söylence birleşiyor. Eser, okuyucuyu sadece bir diktatörün zihnine değil, totaliter rejimlerin kolektif ruhlara işlediği korku, yozlaşma ve unutulmaya mahkumiyet duygusuna da sürüklüyor. Bu kitap, edebi bir eser olmanın ötesinde, tarihsel ve siyasal bir hafıza metnidir. Marquez’in bu kurgusal ağıdı, günümüz dünyasında otoriter yönetimlerin farklı coğrafyalarda varlığını sürdürdüğü bir gerçeklikte yankı buluyor. Şuanki toplumsal düzende medyanın kontrolü, hakikatin çarpıtılması, liderlerin kutsanması, kolektif hafızanın bastırılması, bilgi kirliliği ve manipülasyon yoluyla halk algısının şekillendirilmesi eserin kurgusuyla ürkütücü bir paralellik taşıyor. Yıllar geçse de eskimeyen, her yeni otoriter gölgenin düştüğü yerde yeniden anlam kazanan, insanlığın ortak hafızasına kazınmış bir uyarı çanı. Başkan Babamızın Sonbaharı, türlerin sınırlarını aşan, siyasi bir ağıtla varoluşsal bir dramı, grotesk bir mizahla derin bir trajediyi bir araya getiren bir edebi anıttır.
* Caudillo, Latin Amerika ülkelerinde kitleleri peşinden sürükleme yeteneğine sahip, otoriter askeri-politik liderlere verilen addır. Latince “baş” anlamına gelen “capitellum” kelimesinden türeyen bu terim, caudillismo adı verilen bir yönetim sistemini ifade eder. Caudillo, siyasi bir patron, derebeyi veya bir bölgenin lideri konumundadır. Caudilloların tipik özelliği iktidarı toplumsal yapıdan alıp kişisel güçlerine aktarmaları ve kendilerini toplumun üzerine lider figürü olarak konumlandırmalarıdır. Geniş halk kitlelerini yönetme, coşku yaratma ve dikkatlerini üzerlerinde toplama yetenekleri vardır. Caudillismo, 1810 yılından sonra Latin Amerika’daki bağımsızlık savaşlarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılda Güney Amerika kıtasındaki peş peşe devrimlerin yaşandığı dönemde yaygınlaşan terim iktidara ya da belli bir bölgenin yönetimine gelen karizmatik askeri liderler için kullanılmıştır. İspanyol İmparatorluğu’nun Amerika kıtasındaki çöküşüyle oluşan iktidar boşluğunu, genellikle bölgesel askeri subaylar olan caudillolar doldurmuştur. Bu liderler, kontrol ettikleri bölgelerde toplumsal düzenin ve siyasi istikrarın güvencesi haline gelmişlerdir. Caudilloların yönetim tarzı, Max Weber’in tanımladığı iki siyasi egemenlik türünün birleşimini bir arada barındırır: geleneksel ve karizmatik egemenlik. Caudilloculuk ise bu kişilerin etrafında gelişen “lider kültü” kavramını ifade eder. Bu liderlere örnek olarak Venezuela’da Juan Vicente Gómez (1857–1935), Meksika’da Plutarco Elías Calles (1877–1945) ve Arjantin’de Juan Perón verilebilir. Sol eğilimli tanınmış caudillolar arasında ise Fidel Castro ve Hugo Chávez yer almaktadır.
**Türkçeye Başkan Babamızın Sonbaharı olarak çevrilen El otoño del patriarca, barındırdığı çok katmanlı anlamı büyük ölçüde korur. “Başkan”, modern siyasal yapıdaki otoriter figürü çağrıştırırken; “Babamız” ifadesi, Latin Amerika’daki caudillo kültürünün temel taşı olan paternalist iktidar ilişkisini yansıtır. Liderin sadece yönetici değil, halkın kaderini belirleyen bir “baba” figürü olarak algılanması, Latin Amerika siyasi tarihinin belirgin bir özelliğidir. Çeviride bu çift yönlü kimliğin —hem resmi gücün başı hem de toplumsal bir baba figürü oluşunun— yansıtılması, eserin ruhunu taşıma açısından güçlü bir tercih oluşturur. Öte yandan, “sonbahar” kelimesi, Marquez’in yarattığı bu yıkım evreninde doğrudan bir metafor işlevi görür: solgun yapraklar gibi dökülen iktidar, yavaş yavaş çürüyen bir rejim, ve sonunda kaçınılmaz olan düşüş. Latin Amerika’nın sık sık tanıklık ettiği despotik rejimlerin zamana ve halkın direncine yenik düşmesi, bu mevsimsel metaforla derinleşir.