Latest posts by yoldaprojesi (see all)
- İsyan, Devrim, Başkaldırı – Octavio Paz - 9 Kasım 2024
- Akademik Rüzgarlar - 10 Temmuz 2024
- Academic’N Roll ve Yolda Projesi (Yeni Başlayanlar için Temel Düzeyde bir Giriş) - 3 Nisan 2024
I. Alman burjuvazisinin hayat tarzı olan aptallık ve korkaklık alaşımını eleveren beylik sözler dağarcığı içinde, yaklaşmakta olan felaketten söz edeni özellikle dikkate değer: “İşler artık böyle devam edemez.” Geçmiş onyıllardan türetilmiş güvenlik ve mülkiyet kavramlarına çaresizce saplanıp kalmak, sıradan yurttaşı mevcut durumun temelinde yatan, aslında son derece dikkate değer yepyeni istikrar unsurlarını algılayabilmekten alıkoyar. Savaş öncesi yıllarının göreli istikrarı işine yaramış olduğu için, kendisini mülksüzleştiren her durumu istikrarsızlık olarak görmekten bir türlü kurtulamaz. Oysa istikrar koşullarının ille de hoş koşullar olması gerekmez; savaş öncesinde bile kimi katmanlar için istikrar koşullan sefaletin istikrarı demekti. Çöküş, yükselişten hiç de daha az istikrarlı ya da daha şaşırtıcı değildir. Ancak mevcut durumun yegâne mantığının düşüş olduğunu kaydeden bir bakış, her gün tekrarlananın karşısında insanı aciz bırakan bir şaşkınlığın ötesine geçerek, çöküş görüntülerinin istikrarın ta kendisi, kurtuluşunsa olağandışı, neredeyse kavranamaz ve mucizevi olduğunu algılayabilir. Orta Avrupa’nın halk toplulukları, erzak ve barutu tükenmekte olan, kurtuluşun insan havsalasının alamayacağı kadar uzak göründüğü kuşatılmış bir şehrin sakinleri gibi yaşıyorlar — kayıtsız şartsız bir teslimiyetin belki de en ciddi seçenek olarak göründüğü bir durum.
Ama Orta Avrupa’nın karşısında hissettiği sessiz ve görünmez güç, barış görüşmelerine yanaşmıyor. Dolayısıyla nihai saldırıyı beklemekle geçen bitmez tükenmez süre içerisinde bakışları, tek kurtuluş umudu olan o olağanüstü olaya dikmekten başka yapacak bir şey kalmıyor. Ama bizi kuşatan güçlerle aramızda gizemli bir temas olduğundan, yoğun ve yakınmasız bir dikkatten oluşan bu halin kendisi, bir mucizeye yol açabilir. Ya da tersi; işlerin artık böyle gidemeyeceği kabulü, toplulukların olduğu gibi bireylerin de acılan söz konusu olduğunda, artık ötesi olmayan tek sınırın yok oluş olduğu gerçeğine ayabilir.
II. Tuhaf bir paradoks: İnsanlar en dar ve kişisel çıkarlarından hareketle davranıyorlar, oysa davranışları hiçbir zaman olmadığı kadar kitle iç güdülerinin hükmü altında. Ve kitle içgüdüleri her zaman olduğundan daha da bulanık ve hayata yabancılaşmış durumda. Sayısız anekdotun da naklettiği gibi, yaklaşan ama henüz görünmeyen tehlikenin karşısında hayvanların o bilinmez güdüleri bir kaçış yolunu keşfedebilirken, her bir bireyinin kendi sefil refahıyla meşgul olduğu bu toplum hayvani bir duyarsızlıkla, ama hayvanların duyu ötesi sezgilerinden de yoksun olarak en ayan beyan tehlikeler karşısında bile kör bir kitle halinde yeniliyor; tayin edici güçlerin kimliği karşısında bireysel hedeflerin çeşitliliği önemsizleşiyor. Toplumun tanıdık ama çoktan yitirilmiş hayat tarzına olan bağlılığının, en vahim tehlike karşısında bile insan aklının gerçek kullanımını —öngörüyü— sıfırlayacak kadar katı olduğu tekrar tekrar görüldü. Yani bu toplumun eblehliğiyle ilgili resim tamamlanmış durumda: Güvensizlik, yani hayati içgüdülerin yoldan çıkması; iktidarsızlık, yani aklın çözülmesi. İşte bütün Alman burjuvazisinin durumu.
III. Bütün yakın insani ilişkiler, varlıklarını sürdürmelerini neredeyse olanaksız kılacak, delici, tahammül edilemez bir saydamlıkla aydınlanmış durumdalar. Çünkü bir yandan her türlü hayati ilginin merkezine paranın tahripkârlığı yerleşmiş; diğer yandan bu durumun kendisi, neredeyse bütün ilişki imkânlarına set çeken bir barikat. Dolayısıyla doğal olduğu kadar ahlaki düzlemde de hesapsız bir güven, sükûnet ve sağlık ortadan kayboluyor.
IV. “Çıplak” yoksunluktan söz etme alışkanlığı boşuna değil. Zorunluluğun buyruğu altında ve başkalarından gizlenenin ancak binde birini gösterecek şekilde teşhir edilmesinin en yaralayıcı yanı, uyandırdığı acıma duygusu ya da seyreden için aynı derecede dehşet verici olan kendi dokunulmamışlığı hakkındaki bilinç değil, utançtır. Açlığın, en sefilleri, gelen geçenin kendilerini yaralayan bu çıplaklığı örtmek için attıkları banknotlarla yaşamak zorunda bıraktığı büyük bir Alman şehrinde kalmak imkânsız.
V. “Yoksulluk kimseyi lekelemez.” Pek iyi, pek hoş. Ama onlar lekeliyor yoksulu. Lekeliyorlar, sonra da bu küçük özdeyişle avutuyorlar. Bu da bir zamanlar belki geçerli olan ama çok uzun zamandır anlamını yitirmiş özdeyişlerden biri. Aynı durum “Çalışmayana ekmek yok” yollu vahşi özdeyiş için de geçerli. İnsanı besleyecek işlerin bulunduğu zamanlarda, lekelemeyen bir yoksulluk da vardı, sakatlıktan ya da başka bir talihsizlikten kaynaklanan. Ama milyonların içine doğduğu, yüzbinlerin yoksullaşma sonucu içine çekildikleri bu mahrumiyet gerçekten lekeliyor. Çevrelerinde pislik ve sefalet, görünmez ellerin ördüğü bir duvar gibi yükseliyor. Nasıl bir adam tek başınayken çok şey çekebilir ama bunu karısı gördüğünde ya da karısı aynı şeyi çektiğinde farklı bir utanç duyarsa, aynı şekilde yalnızken çok şeye, gizleyebildiği sürece de herşeye tahammül edebilir. Ama ailesi ve hemşerileri üzerine devasa bir gölge gibi düştüğünde, kimse yoksullukla barışamaz. Bu durumda kendisine yöneltilen her aşağılama karşısında uyanık olması, kendini disipline etmesi gerekir ki kaderin derinliklerine yuvarlanmak yerine isyan yokuşunu tırmanabilsin. Ama kaderin, basında her gün ve hatta her saat başı sözde neden ve sonuçlar uydurularak tartışılan en kara ve feci vuruşları, hayatına hükmeden karanlık güçleri tanımasını engelledikçe, bunun için de bir umut yok.
VI. Alman hayatının düzenini şöyle böyle tanıyan ve ülkede kısa bir yolculuk yapan bir yabancıya ülke sakinleri uzak ve esrarengiz bir ırk kadar garip görünecektir. Nüktedan bir Fransız bir zamanlar şöyle demişti: “Bir Alman nadiren kendini anlayabilir. Anlasa bile bunu söylemez. Söylese bile anlatamaz.” Savaş bu aşılmaz mesafeyi daha da açtı, ama bunun nedeni yalnızca Almanların işlediği söylenen gerçek ve efsanevi zulümler değil. Başka Avrupalıların gözünde Almanların yalıtılmışlığını mutlaklaştıran, onlarla ilişkilerinde (çok yerinde bir tarzda söylendiği gibi) Hotanto’larla ilişki kuruyorlarmış tavrının doğmasına yol açan şey, burada daha ziyade hayat koşullan, yoksulluk ve aptallığın insanları tamamen kolektif güçlerin boyunduruğuna almış olmasıdır; Alınanlardan başka yalnızca yabanilerin aşiret yasalarına tabi hayatı, dışarıdan bakanlar için anlaşılmaz, ona hapsolanlar içinse algılanmaz bir şiddetle kolektif güçlere bu kadar tabidir. Bütün kazanımlar içerisinde en Avrupalı olanı, yani bireyin cemaatin ona çizdiği rotadan sapma hakkını az çok fark edilebilir bir ironiyle savunabilme yeteneği, Almanları tamamen terk etti.
VII. Söyleşme özgürlüğü yitiriliyor. Geçmişte insanın sohbet ettiği kişiyle ilgilenmesi kendiliğinden veri kabul edilen bir şeydiyse, bugün bunun yerini onun ayakkabılarının ya da şemsiyesinin fiyatına duyulan merak almış durumda. Hayat gaileleri ve para meselesi, en sıcak sohbetlere karşı konulmaz bir şekilde müdahale ediyor. Üstelik insanlar bunları konuşurken, belki de birbirlerine yardımcı olabilecekleri tasa ya da üzüntülerden değil, yalnızca genel bir resimden söz ediyorlar. Sanki insan bir tiyatroda tutsak edilmiş, beğensin beğenmesin oyunu izlemek zorunda ve oyunu hiç durmadan, ister istemez düşünce ve sözünün konusu haline getirmeye mahkûm.
VIII. Çöküşü görmeyi toptan reddetmeyen herkes, hemen kendi mevcudiyetine, faaliyetine ve bu kaostaki payına bir mazeret bulmaya koyuluyor. Bu genel yeniklik hakkında ne kadar görüş varsa, herkesin kendi eylemi ve barınma alanına, kendi ânına ilişkin bir o kadar da istisnası var. Kişisel varoluşun iktidarsızlığına ve kapılmışlığına tarafsız bir horgörüyle bakıp hiç değilse genel körleşmeden sıyrılabilmektense, bu varoluşun itibarını kurtarmaya yönelik kör bir ısrar hemen her yerde hâkim oluyor. Havanın hayat teorilerinden ve dünya görüşlerinden bu kadar ağırlaşması, bu ülkede bunların böylesine ukala bir edayla sunulması da bu yüzden; çünkü neredeyse hepsi de eninde sonunda alabildiğine önemsiz bir özel durumu meşrulaştırmaya hizmet ediyor. Havanın hayaletlerle, herşeye rağmen bir gece ansızın karşımızda bulacağımız muhteşem bir kültürel gelecek seraplarıyla dolu olması da yine aynı nedenden; çünkü herkes kendi yalıtılmış bakış açısından kaynaklanan optik yanılsamalara sonuna kadar angaje olmuş durumda.
IX. Bu ülkeye tıkıştırılmış insanlar artık insan kişiliğinin anahatlarını seçemiyorlar. Her özgür kişi onlara bir tuhaflık olarak görünüyor. Yüksek Alplerin gökyüzüne değil de, koyu bir kumaşın kıvamlarının üzerine yaslandığını düşünün. O heybetli doruklar ancak belli belirsiz görülebilecektir. Benzer bir şekilde, Almanya’nın göğünü de ağır bir perde kapatmış durumda, öyle ki en büyük insanların dahi artık profillerini göremiyoruz.
X. Eşya sıcaklığını yitiriyor. Her gün kullandığımız nesneler sessizce ama kararlı bir şekilde bizi itiyor. Onların yalnızca açık değil gizli dirençlerini de kırabilmek için günbegün ağır işçilik yapmamız gerekiyor. Bizi ölesiye dondurmayacaklarsa soğukluklarını kendi sıcaklığımızla telafi etmek, kan kaybından ölmeyeceksek sonsuz bir hünerle dikenleriyle başa çıkmak durumundayız. Hemcinslerimizden de bir yardım umamayız. Otobüs biletçileri, memurlar, işçiler, satıcılar — hepsi de, tehlikesini kendi kabalıklarıyla kanıtlamaya çalıştıktan, inatçı bir maddenin temsilcileriymiş gibi hissediyorlar kendilerini. İnsanın çürümesini taklit eden eşya, kendi soysuzlaşmasıyla insan onu cezalandırırken, ülke de suç ortaklığı ediyor. Eşya gibi o da bizi kemiriyor; hiç gelmeyen Alman baharı, çözülmekte olan Alman tabiatına ilişkin birbirleriyle bağlantılı sayısız görünüşten yalnızca biri… Burada sanki üstümüzde yükselen hava tabakası bütün doğa yasalarına aykırı bir şekilde ansızın ağırlığını hissettirmeye başlamış.
XI. İster zihinsel, hatta ister doğal bir içtepiden kaynaklanıyor olsun, her insan eylemi açılımı sırasında dış dünyanın sınırsız direnciyle karşılaşır. Konut kıtlığı ve trafik vergisi, Avrupa özgürlüğünün, bazı biçimleriyle Ortaçağ’da bile varolan o temel simgesini, seyahat özgürlüğünü yok ediyor. Eğer Ortaçağlar’da zor, insanları tabii birliktelik biçimlerine mahkûm ediyorduysa, bugün de insanlar gayri tabii topluluklar içerisinde birbirlerine zincirlenmiş durumdalar. Zaten yaygınlaşmakta olan dolaşma merakının tehditkâr şiddetini, çok az şey seyahat özgürlüğünün bu şekilde boğulması kadar artırabilir; hareket özgürlüğüyle, ulaşım araçlarının bolluğu arasındaki oransızlık hiçbir zaman bu kadar büyük olmamıştı.
XII. Nasıl herşey önlenemez bir karışma ve kirlenme süreciyle özgünlüğünü yitiriyor, sahicilik yerini muğlaklığa terk ediyorsa, şehir de bundan payını alıyor. Güven veren, teskin eden eşsiz bir güçle içinde yaşayanları bir kalenin huzuruyla kuşatan ve üstlerinden ufukla birlikte, aslında daima uyanık bekleyen ilkel güdülerle yaşamanın yükünü kaldıran büyük şehirlerin, istilacı kır tarafından her noktadan yarıldığı görülüyor, istilacı olan manzara değil, başıboş doğada en buruk ne varsa o: Sürülmüş tarlalar, asfalt yollar, şehrin o ışıldayan kızıl örtüsünün artık gizleyemediği gece göğü… İşlek bölgelere bile egemen olan güvensizlik, şehir sakinini, ıssız kırın yabaniliklerinin yanı sıra, kent mimarisinin çarpıklıklarını da özümsemek zorunda kaldığı, saydamlıktan uzak ve gerçekten ürkünç bir durumda bırakıyor.
XIII. Servet ve yoksulluk karşısında duyulan soylu kayıtsızlık, üretilen şeyleri terk etti. Her biri sahibine damgasını vurarak ona yalnızca bir çulsuz ya da bir dolandırıcı gibi görünme seçeneğini tanıyor. Aslında zekâ ve sıcakkanlılık gerçek lükse nüfuz edip onu unutturabilir, ama önümüzde resmi geçit yapmakta olan lüks mallar öylesine yüzsüz, öylesine kesif ki, zihnin fırlattığı bütün oklar bu sert yüzeye çarpıp parçalanıyor.
XIV. Halkların en eski töreleri, doğanın nimetlerinden bol bol yararlanırken bir tamahkârlığa kapılmamamız için sanki bizi uyarıyor gibiler. Çünkü biz Toprak Ana’ya kendimizden hiçbir armağan veremeyiz. Dolayısıyla alırken, kendi payımıza sahip çıkmadan önce onun bir kısmını geri vererek saygı göstermek yerinde olur. Eski sunak töresi bu saygının ifadesiydi. Hatta, toprağa ya da bereket bağışlayan eski atalara dönecek olan unutulmuş başaklan ya da yere düşmüş üzümleri toplamayı yasaklayan törelerde de dönüşmüş olarak yaşayan, belki de hatırlanamayacak kadar eski zamanlara uzanan bu deneyimdir. Bir Atina töresi, sofradan ekmek kırıntılarını toplamayı yasaklıyordu; çünkü bunlar kahramanlara aitti. Eğer toplum zorunluluk ve açgözlülüğün baskısı altında, doğanın armağanlarını ancak yırtıcı bir hırsla alacak, en yüksek kârla satabilmek uğruna dalından ham meyvayı koparacak, karnını tıka basa doldurmak uğruna her çanağı sıyıracak kadar soysuzlaştıysa, o zaman dünya yoksullaşacak, toprak kötü hasat verecektir…
Walter BENJAMIN