Slavoj Žižek ile İnternetteki Kurgusallık Üzerine

The following two tabs change content below.

Žižek’in gazetecilere özel toplantısına kalabalık bir gazeteci topluluğu katılmıştı. BBC’nin Süpergüç projesi kapsamında Slavoj Žižek ile görüşmek istememin nedeni ise bir felsefecinin sosyal medyayı kullanmasını ilginç bulmamdı. Çünkü Sloven felsefecinin Twitter kullandığına dair haberler tam da İstanbul seyahati öncesinde sosyal medya ortamlarında yayılmaya başlamıştı. Ancak röportajımız sırasında bu siteleri aslında Žižek’in değil, taklitlerinin kullandığını öğrendik. Slavoj Žižek, kendi adına açılan hesaplarda başkalarının birşeyler yazıyor olmasını nasıl açıkladığından yola çıkarak, internetteki kurgusallık üzerine düşüncelerini bizimle paylaştı.

Faik Uyanık: @ZizekSpeaks diye bir Twitter hesabı var. Bu hesap size mi ait?

Slavoj Žižek: Bu asla ben değilim. Resmen açıklamış olayım bunu. Facebook’ta, Twitter’da, Youtube’da bulunan hiçbirşeyi ben koymuyorum. Buna zamanım yok. Facebook’ta bile iki ayrı hesap açılmış benim adıma. Ben değilim bunlar. Bundan da nefret ediyorum çünkü bazen beni taklit etmeye çalışıyorlar ve nerdeyse tıpkı benim gibi yazıyorlar. Bazen de benden alıntı yapıyorlar. Ama ben oralarda yokum burası kesin.

(Bir başka gazeteci): Türkiye’de sizin de Twitter kullandığınız yolunda epey haberler çıkmıştı.

Slavoj Žižek: Aman tanrım… Bu konuda birşeyler yapmam lazım. Ama nasıl yanıt verebilirim ki bunlara. Aslında Amerika’daki Verso yayıncılık benim için bir site açmış durumda. Orada bir açıklama da yer alıyor. Belki de Lacan.com’da bu işi yapmak gerekiyor bilemiyorum. Prensip olarak fikri mülkiyetin özgürlüğünden yanayım elbette. Eski moda bir Marksist gibi görünüyor olabilirim bu anlamda. Fikri mülkiyetin içinde özel mülikyete direnen birşeyler var. Temel bir paradoks bu. Ben bir şeyi size satıyorsam, siz de bana birşey satıyorsanız bu, özel mülkiyeti işleyebilir ve mantıklı kılan birşeydir. Bu suyu ben içiyorsam siz içemezsiniz. Bilgi ise tamamen farklıdır. Ne kadar fazla kullanılıyorsa o kadar zenginleşir. Bilgi paylaşılırsa zenginleşir. Fikri mülkiyet ile ilgili büyük sorun da budur. Bunu özel mülkiyete dönüştürme girişimi tümüyle yapaydır. Sorunun kaynağı ise şu: Fikri mülkiyetin serbest dolaşımı olgusu, bireylerin mülkiyet hakları ile birleştirilirse orada sorun başlıyor. Örneğin internette benim adıma konuşan insanlar. Bunun bile aslında en azından bir güzel tarafı var: İnsanlar oradaki kişinin gerçekten ben olup olmadığımdan kuşkulanmaya başladıklarında, şöyle bir etki olabilir. Bu durumda gerçekten benim gibi düşünmeleri gerekecektir. Bir sonraki adım ise o konu üzerine düşünmek olacaktır. Gerçekten bir derin düşünce ürünü müdür, yoksa tamamen bir saçmalık mıdır, sahte midir buna bakılabilir. Yani siz bir yetkin isimden birşeyler duyduğunuzu düşünüyorsunuz ama bunu aslında kimin söylediğinden emin olamıyorsunuz. Bu durumda da o söyleneni alıp analiz etmeye başlıyorsunuz. Bu güzel bir etki olabilir. Ve işte bu durumda bile bana ait olmayan bazı açıklamalar, bu şüpheyi ve soruşturmayı başlatabilir. Bu sözlerin kime ait olduğunu anlamak için insanlar kafa yormak zorunda kalacaklardır. İddia ediyorum ki günümüzde insanların özgür ve müsamahakar bir toplumda yaşadığımız falan gibi düşüncelerinin aksine bilim esasen otoritenin söylemine dönüşmüştür. Stephen Hawking’e ya da evrenbilim, kuantum fiziği gibi popüler bilimlere bakalım. Sıradan insanlar olan bizler gibi kişilerin bunların nelerden söz ettiğini anlamadığı çok açık değil mi? Büyük Patlama, Kuantum salınımları vesaire, bunlar bizim için sadece otoritenin söylemi.

Faik Uyanık: İnsanlar neden farklı bir karaktere bürünme ihtiyacı hissediyor olabilirler internet ortamında?

Slavoj Žižek: Aslında ben bunu takdir ediyorum. Ama elbette bazı tehditler de var burada. Beni burada en çok etkileyen şey, bir kere bu biraz muğlak bir olgu, normalde o kadar da takdir etmezdim ama şu var: Orada kendinize ait bir kimlik oluşturmadan var olma özgürlüğü önemli. Mesela maço bir erkeğin lezbiyen bir kadın gibi davranması… Jacques Lacan’ın da harika bir şekilde vurguladığı gibi: Gerçek aslında kurgudan oluşan bir yapıya sahiptir. O kadar da korkmaya lüzum yok. Yani “gerçek yok”, “bizler sadece hayal kuruyoruz, hikayeler anlatıyoruz” gibi postmodern saçmalıklara fazla kanmamak lazım. Bir örnek vereyim: Jane Austen’ın o harika erken dönem romanlarını hatırlayın. Tipik bir romantik örgü vardır. Küçük bir evde bir iki kişi yaşamaktadır. Arada elbette gizli erotik gerilimler mevcuttur. Ama bastırılmışlardır ve bunu açıkça ortaya koyamazlar. Alışıldık romantik kurguya göre bir tiyatro oyunu sergilemektedirler, o oyunun içinde de “seni seviyorum ama bunu sana söyleyemiyorum” demektedirler. Eğer bir oyunda ben sizin aşığınız rolündeysem o zaman oyun başlar başlamaz size doğruyu söyleyebilirim. Çünkü tamamiyle kurgusal bir ortamdayızdır. Bir bedel ödemem de gerekmez. Çünkü ciddiye alınmayacaktır. Bu anlamda ben çoğu kez kurgunun gerçeklikten daha gerçek olduğunu iddia ediyorum. Diyelim ki ben ihtiyar ve iktidarsız bir adamım. Ölüme de çok yakınım. Ama diğer adamları döverek kadınlara kur yapan maço bir adam olmayı hayal ediyorum… Peki ya öbür taraftan bakacak olursak. Kişiliğimin özünde yatan nitelikler nedir? Acımasız ve bencil bir insan olabilirim. Ancak toplumsal nezaket nedeniyle olduğum gibi davranamıyor olabilirim. İşte tam da bu durumda, kurgu işin içine girdiğinde kendim olabilirim. Ayrıca bu durum sorumluluktan da muaf tutuyor kişiyi. İnternetteki tuhaf özgürlük duygusunu da açıklıyor bu. Hatırlıyorum gençliğimde insanlar bana şu acayip soruyu sorarlardı: Kendini ilk ne zaman gerçekten özgür hissettin? Belli ki siyaseten doğru birtakım saçmalıklarla yanıt vermemi bekliyorlardı. İşte “Komünist baskıya karşı gösterilere başladığımızda” falan gibi şeyler. Hayır. Onlara şunu söyledim. Özgür hissettiğim ilk anı çok net hatırlıyorum. 16-17 yaşlarındaydım. Yani bundan 40 yılı aşkın bir zaman önce. Evdeki telefon çaldı. Açtım. “Maria orada mı” diye sordu birisi. Aslında yanlış numarayı aramışlardı. Ama bunu söylemedim. Eflatun’un da dediği gibi iki tür insan vardır: Kötülük yapanlar ve kötülük yapmayı hayal edenler. Üçüncü bir yol yok yani. Arayan kişiye “Ben hastaneden geliyorum Maria az önce bir kalp krizi geçirdi ve öldü” demek geldi aklıma. Büyük bir felakete yol açma özgürlüğüm vardı. Üstelik de bunda hiçbir sorumluluğum olmayacaktı. Elbette böyle birşey yapmadım. Ama işte internetle ilgili durum da aynen böyle. Bir şeyleri yaymanız için muğlak bir özgürlük sağlıyor internet. Bir yönüyle mükemmel. Tüm fanteziler hayata geçebiliyor. Ama diğer yandan tüm bunlar için ahlaki doğruların nasıl oluşturulacağı sorusu geliyor. Radikal liberaller, tümüyle özgürlükten yana. Ne isterseniz yapın diyorlar. Diğerleri ise tüm bu sorunların sanal birer tecavüz olduğunu söylüyor. İnternette biriyle flört ediyorsanız ve acımasızca davranmaya başladıysanız, bu cezalandırılmalı mı cezalandırılmamalı mı falan. Ama buradaki asıl sorun bence daha radikal. Ucuz bir formül gibi gelebilir ama bizler gerçekten de artık mevcut etik normların bir faydasının olmadığı sınırlara ulaşıyoruz.

Kurgunun gerçeği yönetmesi

Sloven felsefeci, sohbetimiz sırasında, internetin sunduğu kurgusallığın, gelecekte hayatın diğer alanlarına da yayılmasının şaşırtıcı olmayacağını da söylüyor:

Slavoj Žižek: Beni çok şaşırtan bir örneği vermek istiyorum. Sabah e-postalarıma baktım. İtalya’dan bir mesaj gelmiş. Yeni geliştirilen bir teknikle insan beynini bilgisayara bağlıyorlar ve bilgisayar da çok temel bazı komutları algılayabiliyor. Elbette henüz çok ilkel bir aşamada bu teknik. Ama mesela sadece düşünce ile hareket ettirilebilen tekerlekli sandalye icat edilmiş durumda. Stephen Hawking hala bu işi parmağıyla yapıyor. Yeni teknolojide ise parmağa bile ihtiyacınız yok. Komutları beyninizde oluşturuyorsunuz ve düşünceler harekete dönüşüyor. Bunun ilahi bir tarafı var. Bizlerin felsefede söylediğimiz gibi, düşüncenin eylemle eşit olduğu tek durum Tanrı’ya ait olandır. Tanrının tanımı budur. Alman idealizminde buna “Intellectuelle Anschauen” (Entelektüel sezgi) denir. Yani bir eylemi yansıtmak veya o eylemi yapmak arasında bir fark yoktur. Kısacası harika bir gelişme bu. Ama sorun şurada: Eğer bu durum dışa yansıyorsa içe de yansıyabilir. Şöyle ki: Eğer ben düşüncelerimle gerçekliği doğrudan yönetebiliyorsam, benim düşüncelerim de etki altına alınabilir. Bundan birkaç yıl önce New York’ta aynı şeyi farelerde yapmışlardı. Farelerin beynini bilgisayara bağlamışlardı. Düz git, sağa dön, sola dön gibi çok basit beyin sinyallerini yeniden üretebildiler. Sonuçlar korkunçtu. Ben televizyonda gördüm belki tamamen düzmeceydi ama pek sanmam. Önce etrafta özgürce dolaşan bir fare görüyorsunuz. Sonra birden uzaktan kumandalı oyuncağa dönüşüyor. Bir tuşa basıp fareyi yönetebiliyorsunuz. Bunu yapan adamlarla da konuştum. Bunu insanlara da uyarlamak istiyorlardı. Diyelim ki oldu. Bana bunu nasıl uygulayacaksınız? Beynime sağa git sola git diye sinyaller yolluyorsunuz diyelim. Peki ben bu durumda ne düşüneceğim: “Aman tanrım bir dış güç şu anda beni kontrol ediyor” mu diyeceğim yoksa hiçbirşey düşünmeyecek miyim? İlk sonuçlar gösteriyor ki kontrol edildiğimin farkına bile varmayacakmışım. Yani özgür irademle etrafta dolaştığımı düşüneceğim. Bunları sizi eğlendirmek için anlatmıyorum. Şu aptal 2012 filminde gösterilen türde bir kıyamet tellalı değilim ben. Pek çok alanda, ekolojiden, biyogenetiğe, fikri mülkiyete kadar her alanda artık bir sıfır noktasına erişiyoruz. Bir Hint filozor ve kültür eleştirmeni olan Çakrabarti, -ki genellikle kendisiyle hemfikir değilimdir- şu konuda haklıydı. Dünya yeni bir döneme giriyor. Antroposen yani İnsan çağı. Kapitalizmle başlamıştı aslında ama 20. yüzyıldan itibaren biz insanlar ilk kez olarak artık bir jeolojik faktörüz. Sadece doğanın içinde ve onun parametreleriyle yaşadığımızdan değil. Onu etkileyebiliyoruz da. Sadece küresel ısınma da değil. Çin’deki arkadaşlarımın dediğine göre Çinli jeologlar arasında dillendirilmeyen bir anlaşma varmış ve iktidardakiler bunun halka açıklanmasını istemiyormuş. Buna göre bir buçuk yıl önce Çin’de meydana gelen büyük depremin insanlar tarafından üretildiğini söylüyorlar. Bunun nedeni ise yeni inşa ettikleri Üç Boğaz Barajı imiş. Bu barajlar devasa yapay gölleri de beraberinde getiriyor biliyorsunuz. Jeologların iddiasına göre bu yapay göl, yer altındaki fay hatları üzerinde haddinden fazla basınç oluşturuyormuş. Bu da bir depreme veya en azından mevcut bir depremin daha şiddetli olmasına yol açabiliyormuş. Söyleyeceğim şu: Bu, çok yeni bir durum. İnsanlar artık doğanın güçleri karşısında eli kolu bağlı varlıklar değil. Nasıl olup bittiği hakkında açık bir fikrimiz olmasa da neredeyse herşeye kadir varlıklar olduk. Ama ne yaparsanız yapın sonuçlarını öngöremiyorsunuz. Tüm bu fare ve tekerlekli sandalye hikayelerinden kastım şuydu. Kimliklerimizin özünde yatan farklılıklarımız var. Beynimizin içinde biziz, gerçeklik ise dışarıda. Özgürce düşünebilirim. Bizlerin tecrübelerini saptayan, aradaki bu mesafe ise tehdit altında. Yani artık felsefenin devri yaklaşıyor. Yepyeni sorunlara doğru yaklaşıyoruz. İnsan olmanın ne anlama geldiğine kadar herşeyi yeniden tanımlamamız gerekecek. Başka bir örnek vereyim. İnançlar… Köktencilik… “İnanıyor musun, inanmıyor musun” gibi basit bir soru değil aslında sorulması gereken. Şu sorulmalı: İnanç ne anlama geliyor? Harika bir hikaye vardır: Geçenlerde bir arkadaş bana Brezilya’dan bir kitap gönderdi. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda orada olan çok tuhaf birşeyi anlatıyor kitap. Brezilya’ya Japonya’da 300 bin ya da biraz daha fazla göçmen gelmiş. Japonya Amerikalılara teslim olduktan sonra Japon göçmenler ikiye ayrılmış. Göçmenlerin yarısından biraz fazlası Japonya’nın aslında savaşı kaybetmediğini, ABD’nin kaybettiğini düşünüyormuş. Onlara göre Japonların teslim olduğuna dair tüm haberler, Amerika’nı dünya çapında yürüttüğü bir propaganda imiş. Hatta yeni bir hikaye de uydurmuşlar. New York Times’ın bir sayısının fotokopisi var bende. Ön sayfada “General MacArthur, Çin imparatorunun önünde eğildi” yazıyor. Bu çok tuhaf. Elbette yalan söylediklerini biliyorlardı. Çünkü anlattıklarını zaten kendileri uydurmuşlardı. Ama bu yalan uğruna ölmeye de hazırlardı. Ben de işte gençken Kavgam kitabını okuduğumda aynı şeyi yaşamıştım. Hitler’in Mein Kempf’ını herkesin okuması lazım, bunun nasıl işlediğini görmek için. Soru çok basit: Söylediklerine, yazdıklarına acaba kendisi de inanıyor muydu? Tek bir cevabı var bunun: Evet ve hayır. Bir taraftan açık bir manipülasyon yapıyordu. Hatta bunun formülünü de veriyordu. Basitleştir ve tekrarla. Ama defalarca kendi yarattığı tehdit ile karşı karşıya kaldığını da görüyordunuz. Aniden inancın yerini kendi manipülasyonları alıyordu.

Röportaj tarihi: 3 Aralık 2009

Kaynak: https://www.bbc.com/turkce/ozeldosyalar/2010/03/100305_superguc_zizek

Scroll to Top