karkalaki
Latest posts by karkalaki (see all)
- LUCID DREAMING - 7 Kasım 2024
- JIM MORRISON PARÇACIĞI - 7 Kasım 2024
- HAIKU YOU – 2 - 11 Eylül 2022
Gezegenden evrene hangi açıdan bakarsan bak bu bir anomalidir. Evren senin sapağındır. Anomali olağandan sapmaktır. Hayat belki sana normal görünebilir. Halbuki aldanmak bu oyunun bir parçasıdır. Hayat ölümü beraberinde getirir. Ölüm de oyunun bir parçasıdır. Bir şeyin bitmiş olması demek yine bira içmeyeceğiz anlamına gelmeyebilir. Ve bir bira sonrası ne olacağını hep merakla beklemişizdir.
Bir anda olur her şey. Başka anlarla tanışmak için… Beklenmeyeni beklemek gerekir. Çünkü gittiğin yoldan saparsın; dinlediğin şarkı değişir, gece gündüz olmaya çalışır ve sen aynı kalamazsın.
Uzun zaman sonra gelmiştim Taksim’e. Galata’dan yukarıya doğru çıkmayı seviyordum. Çan sesi çınlıyordu kulaklarımda, uluyordu sarhoş sesler etrafımda ve yokuşun hiç bitmeyeceği sanrısıyla doluyordu içim burada. Hemingway, Ginsberg, Hitchcock gibi isimler buralarda zaman geçirmişti belli ki. Düzelmeyi beklerdi her şey. Fakat yol düzgün olsaydı Galata olmazdı. Hemingway’in çanları çalmazdı. Ginsberg ulumazdı. Hitchcock arka pencereden bakamazdı. Yokuş yukarı çıkarken böyle şeyleri düşünemezdim. Belki sadece bu yüzden seviyordum yokuşu çıkmayı.
Bugün politik düşünüp varoluşumu notere tasdik ettirmemeliyim, diye düşündüm. Ama birkaç yıldır, birkaç saniye de olsa, buraya her geldiğimde aklımın bir köşesinden geçerdi direnmek. Neyse ki direnmek için hala bir sürü sebebim vardı. Taksim’i Gezi’de bıraktığım gibi bulmayı ummuyordum elbette. Buna rağmen Pera’nın saykodelik hatırası beni hep çekiyordu. İstiklal’de akan insan ırmağı kimin ilgisini çekmemişti ki?
Düzlüğe çıkmıştım sonunda. Yürümeye devam ettim. Konuşan insanlarla konuşmadan yürümeyi sevdiğim için olsa gerek yüksek kira ödemeyi sevenlerin açtığı dükkânları incelemeye başladım. Birkaç grafiti ve belediyenin yol çalışmaları sırasında kapatmayı unuttuğu çukurlar eşlik ediyordu artık bana. Galatasaray Lisesi’nin karşısındaki sokağa girdim. Biraz daha yürüdükten sonra mekana vardım. Barın karanlık bir ambiyansı vardı. Mekanın en karanlık tarafı öyle bir ışıldıyordu ki oraya uğramalıyım, diye düşündüm. Karanlık taraf demişken… O gün yine çok fazla Pink Floyd dinlemiştim. Duvarın tesiri altındaydım. Ve onu yıkmak için her şeyi yapmaya hazırdım. Vera çalmaya başladı birden. “Hatırlar mısın güneşli bir günde buluşacağımızı nasıl söylediğini?”
Come Play With Us
Yuvarladığım bira şişeleri yarım düzineyi geçmiş olmalıydı. Vücuduma tesir eden alkolle yüzleşmek üzereydim. Henüz çevreye ve çevreyle ilişkisi olan herkese alışmaya çalışıyordum. Bir süre sonra uyum sağlamayı bıraktım. Bunun yorucu olduğunu kimse benim kadar anlayamaz, dedim sessizce kendime. Ne yani şimdi oturduğum yerden yüzümün yansıttıklarını mı düşüneceğim? Hiç olmadığım kadar hiçken… Düşünmek benden önce de vardı, diye devam ettim monoloğa. Tam bu sırada parlak bir ışık gözümü aldı. Sinevizyona yansıtılan görüntülerin yansımasıydı bu ışık. Işık karanlığı deliyordu. Karanlığı var eden şey onu delebilirdi elbet. Bunda bir sakınca görmemiştim. Çünkü biram bitmişti. Bir bira daha söyledim. Biraz veri toplayabilirdim artık çevremden. En azından bira gelene kadar. Bu sırada tanıdık bir yüz gördüm. Birbirimize gülümsedik. Karşıma oturdu. Eskiden Pink Floyd dinlerdin, dedim. Hemen konuya girmek istemiştim. ‘’Evet’’ dedi. Biraz hüzünlü söylemişti bunu. Ses tonunda Pink Floyd’un kırıntıları kalmış gibiydi. Biraz daha müzikten konuştuk. Ses tonlarımız birbiriyle uyuşuyordu. Kesin olmamakla birlikte varolmuş olabiliriz, diye geçirdim içimden. Ayın karanlık tarafındaydım. Yahut sinevizyon yine gözümü alıyordu. Biraz daha lafladıktan sonra kalktı. Rock’n Roll çalıyordu. Dikkatimi dans eden gruba yönelttim. Enerjileri muazzamdı. Zaman yolcusu olup 60’lara gitmek istiyor gibiydiler. Bunun bir sebebi vardı. Özellikle o dönemin şarkılarıyla dans eden insanlar için zamanda geriye gitmek ilerici bir adımdı. Modern dünya daha ileriye gitmemişti ve biram hala gelmemişti.
Birayı getiren kimse var mı diye etrafı kolaçan ederken gözüm tekrar sinevizyona takıldı. Ekrana yansıyan görüntüyü tanımam fazla uzun sürmemişti. Zaten saniyede kaç kez düşünebilirdim ki? Bir saniyede olabilecekler; yaşadığım şey mi, dokunduğum şey, gördüğüm şey, dinlediğim şey? Zaman dolmuştu. Kubrick! Evreka demeyi çok itici bulurdum zaten. The Shining’den (Cinnet) bir sahneydi bu. Danny küçük bisikletini sürüyordu. Danny için normal boyutlarda bir bisikletti. Ama diğer her şey çok büyüktü. O yaşlarda hemen hemen çoğu şey büyük boyutluydu zaten. Baktığın perspektif senin açınla alakalıydı. Küçükken içtiğin kola şişeleri kocamandır. O yüzden bir çocuk için marketler hep çekicidir. Koca koca tatlı şeyler. Ama Danny’nin sahnesinde bu ironi muazzam bir gerilim yaratır. Büyük bir yerdeydi Danny. Kendi boyutuna göre çok ama çok büyük bir yerdeydi hemde. Anomali başlamak üzereydi. Bisikletin tekerlerinden saykodelik sesler duydum. Ses boğuk geliyordu. Mekânın ses sistemiyle alakalı bir durum herhalde, dedim. Bu durum karanlık ambiyansın da katkısıyla olsa gerek sahnenin etkisini bir hayli arttırıyordu. Boyutlar arası yolculuğa doğru bir meditasyon başlamak üzereydi. Bira çekmeye devam ediyordu canım. Neyse, dedim. İzlemeye devam ettim. O sırada 237 numaralı odanın önünde durdu çocuk. Kapıyı zorladı ama kapı açılmadı. Kilitliydi. Kapının ardını görmüş gibiydi. Koridorda ilerlemeye devam etti. En sonunda oyun arkadaşlarıyla karşılaştı Danny. İki kız çocuğu. Aynı elbiseleri giyinmişlerdi. Aynı surat ifadesini takınmışlardı. Aynı şekilde bakıyorlardı. Çünkü ikizlerdi. Farklı davranmaları beklenemezdi herhalde. Grady ikizleri farklı bir boyuttan sesleniyor gibiydiler. Gel bizimle oyna diyorlardı Danny’e. Bir anda çocukların telepatik güçleri olduğuna dair kanılarım yeniden güçlendi.
Danny, 237 numaralı odanın önünde
Bir Zen keşişinin de dediği gibi, kendisini özgürleştirmiş insanların telepatik güçleri vardır. Onu bulmak için yola çıkarsın. Onu görmek için aşık olursun. Zihninde tamamlarsın. Hayatın derinliklerine daldığın zamanlar olur. Girsen mi, dursan mı, çıksan mı bilemezsin. Gerçi çıkış tabelası giriş tabelasının yanındadır. O anlardan birisini yaşıyordum yine. Bebeklik hatıralarımda genellikle tavan vardı. Birkaç ay sürekli sırtüstü yatmanın etkisi olsa gerek. Tavana baktığım ilk günden şimdiye çok zaman geçmişti. İzlediklerimi yan yana koydum. Hep farklı sahneleri, farklı olayları, farklı kişileri gördüğümü düşünmüştüm. Perde açılınca kendi filmimi izlesem çok sıkılmamayı umuyordum.
Soft Game
Deja-dream: Bir an vardır, gözlerini kapattığında düşlediğin ve gözlerini açtığında gördüğün şey aynı olur. Zaman kırılır. Söz biter…
Aklıma kendi çocukluğum geldi. Mili saniyeler içerisinde bu kadar şeyi düşünmeyi normal karşılamaya çalışıyordum bu esnada. Ve aklımın bir köşesinde bira hala duruyordu. Mekanın dekorasyonu da bir hayli enteresandı. Genellikle cadılar bayramında ortaya çıkan içeriden aydınlatmalı oyma bal kabağı görür gibi oldum. Asma kata baktım. Biri ayağını sallıyordu. Vücudunu göremedim. Bu sırada doğru hikâyeyi bulmuştum bile.
Doğu’da küçük bir kasabada hatırlıyorum kendimi. 90’ların başıydı. Savaş yıllarıydı. Bu coğrafyayı bildim bileli hep böyleydi zaten buralar. Hemen hemen her şeyin benden daha büyük olduğu zamanlardı. Bulunduğum açıdan bakmak varoluşuma devasa oyuncaklar ve çikolatalar dışında bir şey göstermiyordu. Aklımın sınırlarını zorlayarak düşünmediğim yıllardı. Ama büyük insanlar var olmayan sınırları için savaşıyordu. Savaşan insanları ilk defa orada görmüştüm. Ben ise babamın evin koridoruna astığı salıncakta sallanırdım. Hatırladığım kadarıyla boşluğu ilk defa tam anlamıyla hissettiğim anlardı. Salıncakta sallandıktan sonra yine boşlukta hissederdim.
Kaldığımız lojmanın ortasında büyük bir alan vardı. Haftada en az bir kere bu büyük insanlar bu büyük alanda birbirleriyle savaşırlardı. Gider savaşan insanları izlerdim pencereden. Bir gün salıncağın ipi koptu. Evde durmaktan sıkıldım. Normalde çatışma varken evin kapısı kilitlenirdi. Ama bu sefer unutulmuştu. Ya da ben bir şekilde firar etmeyi becermiştim. Oyun’un evine gitmeye karar vermiştim. Ona öyle derdim. Birlikte oyun oynamaktan başka bir şey yapmazdık. Evi bizim blokun tam karşısında kalıyordu. Maceralı bir yolculuk beni bekliyordu. Alanı boydan boya geçmem gerekiyordu. Büyük adımlar atamazdım. Bu yüzden gittiğim yer hep uzak gelirdi. Yine öyle olacaktı. Büyük bir sahanlığa çıktım önce. Şimdi ise önümde aşılması gereken bir savaş alanı vardı. Alan çakıl taşlarıyla doluydu. Ve her şey kocamandı. Benim dışımda her şey… Alanda tanklar, panzerler ve insanlar vardı. Eline devasa bir taş almış adam vardı. Havada uçuşan devasa taşlar vardı. Perspektifim gereği böyle görüyordum. Anomali başlamıştı. Parke taşları sökülmüş kaldırımda yürüyordum ve sağ tarafımda kocaman oyuncaklar birbirlerine zarar veriyorlardı. Sol tarafımda ise boydan boya bir duvar vardı. Taşlar sekiyordu. Taşlar duvarda patlıyor ve önüme düşüyordu. Bir film karesine en yakın şey gerçekleşiyordu. Hayatının en geniş planlı sahnesini yaşıyorsun düşünsene. Küçük bir bisikleti sürmek gibiydi. Danny’nin yaşadığı anomalileri yaşamak kadar doğal bir şey yoktu. Bir ara durdum ve sadece seyrettim. Birisi yerde yatıyordu. Kırmızı renkli bir sıvı akıyordu kafasından. Kafasının ardını görmüş gibiydim. Kapının ardında ne vardı peki? Yürümeye devam ettim. Sonunda Oyun’un evine yara almadan varabilmiştim. Bir oda dolusu oyuncağı vardı Oyun’un. Kocaman bir oda dolusu. Gel oyna benimle, dedi. Ütopyaya ulaşmıştım. Bazen anlarsın ama çabuk geçer. Bazen unutursun ama hep bir yerlerdedir. Bazen hiç anlamadığın bir şey olur ve öylece kalır hayatında.
Soft Beer
Day Vu: Gün içinde bilmeden yaşadığın çok fazla boyutsal kırılma meydana gelir. Buna bazen düş dersin. Bazen ise tesadüf. Çoğu zaman ise oluş. Peki son kez gördüğüm şeyi bir daha görebilme umudunu taşımasaydım ne olacaktı? Ne kadar aldatıcı ve güzel.
Algılarımı kontrol ettim. Çevreme tekrar bakındım. Bal kabağı duruyordu. Asma kattan sallanan ayaklar aynı ritimde sallanmaya devam ediyordu. İnsanlar hala dans ediyordu. Biram hala gelmemişti. Ve koca bir 5 dakika geçmişti. Garson kızı aradı gözlerim. Kalabalığın arasında bir yerlerdeydi. Göremedim. İşemeye karar verdim. Hayatı yaşamaktan ibaret olan adamların hep yaşadığı ama pek önemsemediği gibi: işemek ya da işememek sadece bir pisuvar uzaklığımdaydı. Tuvalete giderken gözlerimin içine bakan insanlar gördüm. Hikayemi dinlemiş gibiydiler. Ama en ufak bir fikirleri yoktu. Onlara göre Danny bisikletini öylece sürmüştü. Tuvalet mekanın dışındaydı. Büyük adımlar atabiliyordum artık. Yol kısa sürdü. Pisuvarın başına geçtim ve işemeye başladım. Biradan sonra işemek kadar güzel bir şey yoktu. Tuvalette yalnız olduğumu fark ettim. Yan yana sıralanmış pisuvarların birisine işemeye başladım. Bu sırada vücudum ilginç bir rehavete kapıldı. Ayna zangır zangır titremeye başladı. Sanırım sesi yükseltmişti mekan. Tüylerim diken diken oldu. Sağ pisuvara baktım. Boştu. Sol taraftaki de öyle. Aydınlanmaya giden en kısa yollardan birisi işemektir, diye düşündüm. Herkes kendisinin dedektifidir, dedim kendi kendime. Sarhoştum. Hayatım boyunca kendi izimi sürüp olayı çözmeye çalışacaktım. Tökezledim. Yine dışarıya sıçratmıştım. Sarhoştum.
İşimi bitirmiştim. Karanlığıma doğru gidiyordum tekrar. O sırada inanılmaz bir şey gördüm. Dolu bir bira şişesi öylece duruyordu masada. Beklediğime değmişti. Aydınlanmaya giden en kısa yollardan bir diğeri de bitmekte olan biranın farkına varmaktır. Ve sonrasında bunun için çabalamaktır. İnsanlar iki bira arasındaki zamanın değerini bilmiyorlardı. Çünkü iki bira arasında yaşadığın bir gerçekten söz edeceksek önce hayal etmekten kaçamazdın. Aynı yağmurda ıslanmak gibi. Aynı sabahı hep yaşamak gibi. Ama hep biraz. Bunu önümdeki birkaç saniye sonra tekrar düşünecektim. Tekrar aydınlanmıştım. Neyse, dedim. Bunu daha fazla düşünemeyeceğim. Şimdi Roadhouse Blues çalacak ve ben dans etmeye gideceğim…