Bir Ufak Yol Deneyimi

The following two tabs change content below.
Berkay Kırmızıkan
Country ve blues dinler, filtre kahve içerim.
Berkay Kırmızıkan

Latest posts by Berkay Kırmızıkan (see all)

O bankta ne kadar süredir oturduğumu kestiremiyordum. O banka nasıl geldiğim, hangi şehirde olduğum, hangi değersiz günü yaşadığım ya da saatin kaç olduğu gibi sorulara da bir cevabım yoktu. Belirsiz bir günün şafağında otogara gitmiş, otobüsün yanı başında, hayatı buna bağlıymışçasına bağıran görevliye kulak vermiştim. Ağzından çıkan şehrin ismini bile tam idrak edemiyordum ancak nereye gittiğimi de hiç önemsemiyordum. Başka bir yer… Tek düşündüğüm buydu.

***

Distopik bir dünyanın, pandemik olayları yüzünden herkes tek oturuyordu otobüste. İnsanlar birbirlerine ilk defa o an, yani tam anlamıyla -mecaz kullanmadan- virüslüymüş gibi bakıyorlardı. Muavin korka korka küçük koridorda geziyor, başını arkaya atabildiği kadar atıp herkese kolonya tutuyordu. Aklımdan, bunu her gün, belli aralıklarla yapsa kaç yıl sonra boyun fıtığı olur gibi düşünceler geçiyordu. Takdir etmekle, onun adına üzülmek arasında gidip geldim bir süre. Sonra yakınlarıma üzüldüm. O görevi de tamamlayınca kendime bakmaya başladım. Kendime üzülmedim. Zira, acının artık tesir etmediği insanlardan biriydim. İnsan olmak istemeyen bir insandım. Bunun da herhangi bir üzüntü türüne karşılık gelen bir ismi yoktu. İsimsizdim.

Araç hareket ettikten belli bir süre sonra kulaklıklarımı taktım. Birçok melodi çaldı kafamın içinde ama en çok hatırladığım şarkı Elvis Presley – In the Ghetto oldu. -Kralın yeri benim için her zaman ayrıydı. Chuck Berry gidip parkta oynayabilirdi.- Bulunduğum bölge bir topluluğun içinde bulunduğu bölgeyse oradaki insanları gözlemlemekten çok zevk alırdım. Yüzlerinden her şeylerini okuyabiliyordum. Kim para istiyor, kimin bastırılmış duygularla başı dertte, kim seks istiyor, kim aldatılmış (özellikle bunu bilmek çok kolaydı. Ne de olsa durum hiç yabancı değildi.) vs. gibi sorularımın cevaplarını hemen alırdım. Kimisi boş beleş bir dünya hayatı istiyordu, kimisi benim gibi dünyayı istiyordu. Kimisi insan olmak istiyordu, kimisi benim gibi bu kostümü artık çıkarmak için bir yol arıyordu. Dünyada ‘benden’ vardı. Onların varlıklarını hissediyordum. Onların da benim varlığımı hissettiklerini biliyordum. Bir gün o ateşin yanı başında beraber dans edecektik. Şarkılar söyleyip, içecektik. Şiir okuyanı dövecektik. Ancak o özlenen gün, o gün değildi.

Önümde oturan iriyarı, üç numara saçlı, izbandut gibi bir adam vardı. Kıkırdamasını duyuyordum. O kıkırdadıkça benim tahammülüm zorlanıyordu. Vücudum geriliyordu. Kulaklık kulağımı acıttığı için takmayı kesmiştim. Ancak o an yaşadığım durum da kulaklarımı acıtıyordu. Yine de belli bir süre sonra durumu idrak edebildim. O izbandut gerildi, vücut ağırlığını koltuğa verdi, başını hafifçe dayadı ve telefonunu baş hizasına yükseltti. Artık mahrem sona ermişti. Artık ben ona ait bu kıkırdamanın sebebini biliyordum. Genel etik kuralları gereği bakmamam gerekliydi belki de. Ancak insan dediğin de işine gelen kuralı uygulayan organizma bütünü değil midir? Benim de o gün o kuralı uygulayasım gelmedi. Kapalı kapılar ardında yaptıkları şeyleri, sanki onlar yapmıyormuş gibi yorumlayan ve yeren ikiyüzlü, aşağılık insanlardan olmadım ömrüm boyunca. Yaptığım şeyler hep gün yüzündeydi. O gün, o adamın telefonuna bakarken de gram utanmadım. Üzgünüm etikçiler.

Yolculuk tüm hezimeti ile devam ediyordu. Tam kıkırdamalar sona ermiş, kulaklarımın acısı hafiflemeye başlamışken bir kadının sesini duydum. “Hanımefendi rica etsem maskenizi takar mısınız? Sizin buradaki hiç kimseyi riske atmaya hakkınız yok.” Etkilenmiştim. Canı ya kavga istiyordu ya da gerçek bir düşünendi. Yine de ilgimi çekmeyi başarmıştı işte. Merakla olacakları bekledim. Laf attığı kadın; “Nefes alamadım. İki saniye soluklanmak için çıkardım” dedi. Diğer kadın için yeterli bir cevap olmadığından şüphelenmiştim. Değilmiş zaten. “Olur mu öyle şey canım? Biz de nefes alamıyoruz burada. Yine de çıkarmıyoruz.” diyerek düşünceli olma ihtimali gözümde yitip gitmişti. Biraz daha paranoya kokusu vardı havada. Ancak haklıydı. Sonuna kadar haklıydı. Bu haldeydik. İnsanlık olarak bilinçaltımızın, zihnimize açtığı savaşta izleyiciydik. Her gün biraz daha kaybediyorduk benliklerimizi. O kadın haklıydı. O lafı dediği için değil, o hale geldiği/geldiğimiz için…

“Araçta yolcu kalmasın!” lafını duymamla gözlerimi dizlerimden çekip, yukarı kaldırışım bir oldu. Neyi düşünüyordum da o kadar dalıp gitmişim, hatırlamıyorum. Neyse, kendime geldim. Bir lordun asilliğiyle ve sakinliğiyle kalktım yerimden. (Otobüse binen bir lord. Gerçek bir lord.) Kapıdan dışarı çıktığım vakit güneşin konumundan öğle saatlerinde olduğumuzu hemen anladım. Koluma tasma takmama gerek yoktu. Doğa her şeyi söylüyordu. Ben de en çok ona güveniyordum.

Düşüncelerimden sıyrılıp, gerçek dünyaya döndüğüm andan itibaren sokakları arşınlanmaya başladım. Az ileride gözüken deniz manzarasını seçebiliyordunuz. Oldum olası dağların ve okyanusların beni çağırdığını, beni evime çağırdığını hissederim. O yüzden o gün denize doğru gitmemi zannediyorum anlayabilirsiniz. Ayaklarım istemsizce gitmiyordu, muavin gibi hayatları buna bağlıymışçasına çığlık atarak ve isteyerek gidiyorlardı. Huzurun tatlı busesini hissediyordum tüm vücudumda. Sanırım o ana kadarki en iyi anımdı.

Sahili idare eder uzunlukta bir oluşumla karşılaştım. Kordon boyunca yürüme alanları, bisiklet parkurları, parklar ve birkaç işportacı vardı. Bunlardan arda kalan kısımlarda ise belli aralıklarla konulmuş banklar sıralanıyordu. Yürümek ve oturmak arasında yapmam gereken tercih konusunda hiç zorlanmadım. Bulduğum ilk banka (daha doğrusu bana en yakın olan banka) oturdum. Deniz güzel gözüküyordu. İnsanlar bu güzelliği bozarcasına önümden geçmeseler daha da güzel gözükürdü. Ancak ben de arkada duran başka birinin güzelim manzarasını bozuyordum. Üstte olanın, ya da benim anımla alakalı konuşacak olursak; önde olanın, arkada kalanı umursamadığı bir gezegendi burası. Beni umursamıyorlardı. Ben de benim arkamdakileri umursamıyordum. Yani zincir kopmamıştı.

Bundan sonra anlatacaklarımı net bir dille ifade etmem olanaksız. Çoğu bölük anılardan ibaret kaldı. En başta da yazdığım gibi; ne olup bittiğini idrak edemediğim bir an yaşadım. O kısa süreli bilinç kaybıyla beraber tüm anılarım uçtu. Sadece bir kadının yanıma geldiğini hatırlıyorum. “Boş mu?” diye sorduğunu ve cevap almadan oturduğunu anımsıyorum şu an. “Ya pardon ya. Oturdum ama çok yorgunum inanır mısın? Sorun yoktur umarım.” dedi. Suratına baktım. Saçları simsiyahtı. Gözleri badem, dudakları kalındı. Burnu düzdü. Makyajı ise beni ilgilendiren bir kısım değildi. “İsmin ne?” dedim. Uzun zamandan sonraki ilk konuşmamdı. Bu yüzden biraz hırıltılı çıkmıştı sesim. Anlamsız bir bakış attı önce. Sonra da “Ebru” dedi. “Senin ismin ne?” dedi. Duymamış gibi yaptım. Zihin aldatmasının tam ortasındaydım. Sohbet etmeye mecalim yoktu. “Elvis sever misin Ebru?” dedim. “Bruce Springsteen favorimdir ama Elvis’e hayır demem.” diyerek karşılık verdi. O gün beni etkileyen ikinci kadındı.

Hava kararmaya başlamıştı. Ebru adımı öğrenemeden gitmişti. Arkadaşlarıyla buluşması gerekiyormuş. Teşekkürlerini tüm içtenliğiyle ediyormuş. Güzel zaman geçirmiş falan filan.

Otobüse binerek başladığım ve bankta bitirdiğim yolumdan hatırladığım kadarıyla hepsi bu. Bir kez daha gittiğim rota ‘hiçbir yere çıkmıştı.’

Yolda olmak da sanırım böyle bir şeydi zaten.

Scroll to Top