Çürüyen Cümlelerin Rafı

Aynı köşeye yaslandım. Kolumun dirsekle bilek arası, duvarın soğuk yüzeyine gömüldü. Tuğlalar oradaydı. Onlar hep oradaydı. Ne zamandır konuşmuyorduk bilmiyorum ama bir süre sonra taşlarla sohbet etmeye başlıyorsun. O kadar az şey değişiyor ki, hayal gücünü gerçekliğin yerine koyuyorsun. İnsanlar bunu delilik sanıyor ama gerçekliği kabul etmek daha büyük bir çıldırış bence.

Karşı binanın çatısında bir karga vardı. Hep oradaydı. Aynı saatte geliyordu. Bazen bir plastik poşet taşıyor, bazen bir kablo parçası. Ne yapıyorsa, düzenli yapıyordu. Bunu sevdim. Hiçbir şeyim düzenli değildi. Karganın planı vardı, benim sadece zamanım. O da çoğu zaman ellerimde eriyip gidiyordu, su gibi.

Aşağıdan geçen kamyonun sesi, kaldırımda yürüyen çocukların bağırtılarını bastırdı. İnsan sesinden daha ağır bir ses yok. Kalabalığın içinde yavaşça ölen cümleler gibi. Birini duymuyorsun, diğerini de. Her şey birbirine karışıyor. Hayat dediğin şey, kulak zarına çarpıp yok olan bir uğultudan ibaret belki de. Kimsenin ne dediği anlaşılmıyor. Herkes bağırıyor.

Sigaramın filtresi çatladı. O an durdum. Çatlakları severim. Gerçek olan tek şey onların varlığı gibi. Hiçbir şeyin kusursuz olmadığına dair bir hatırlatma. Mükemmel şeyler beni tiksindiriyor. O yüzden aynalara nadiren bakıyorum. Kendimi görmek istemediğimden değil, başkasının çizdiği o yüzü görmek istemediğimden.

Yürümek bile bir direnişken, rüyada direnmek yoktu. Sadece akmak vardı.

Dün gece, rüyamda bir çölde yürüyordum. Ayaklarımın altındaki kum, gökyüzünden düşen kırmızı yapraklarla karışıyordu. Kumun üstünde yürümek zordur ama rüyada zorlanmıyordum. Sanki yürümek değil de, bırakmak gibiydi. Kendini boşluğa bırakmak. Her şeyden. Herkesten. Yürümek bile bir direnişken, rüyada direnmek yoktu. Sadece akmak vardı.

Kafamda sürekli bir ses dönüyor. Bazen bir trenin fren sesi, bazen taşların üstünden geçerken tıkırdayan tekerlekler. Hepsi beynimde. Dışarda değil. Kulak tıpası taksan bile geçmiyor. Çünkü bu sesler düşüncelerin sesi. Susturulamaz. Ancak başka bir sesle bastırılır. Belki de o yüzden insanlar hep konuşuyor. Kendi içindeki çığlığı bastırmak için.

Pencereden içeri toz sızıyor. Camı kapatmıyorum. Tozları seviyorum. Sessiz geliyorlar. Işığa çarpınca görünür oluyorlar. Işık da görünmez bir şeydi sonuçta. Her şey görünmez. Ta ki bir şeye çarpana kadar. İnsanlar da öyle. Ta ki biriyle çarpışana kadar görünmüyorlar. Sonra bir iz bırakıyorlar. O iz kalıyor mu? Belki birkaç saat, belki birkaç yıl. Belki sonsuza kadar. Ama iz dediğin şey bile zamanla siliniyor. Kalan tek şey: boşluk.

Kahvemi içtim. Soğumuştu. Tadı yoktu. Ama sıcak olsa da fark etmeyecekti. Çünkü önemli olan ne içtiğin değil, neyi bastırmak istediğin. Kahve bazen sadece ellerinle tutabileceğin bir şey olsun diye içilir. Sıcaklık değil, temas ihtiyacı. Eller boş kalınca düşünceler çoğalıyor.

Sokakta bir kadın bağırdı. Ne dediğini anlamadım ama sesi boğuktu. Ağlamakla gülmek arası bir ses. En tehlikeli ses o. Ne yöne gideceği belli olmayan bir öfke. Kendine mi patlayacak, yoksa dışarı mı? Bunu bilmediğin anda insanlar ürker. Ben ürkmedim. Ben o sesi yıllardır içimde taşıyorum zaten. Dışarıdan gelmesi sadece yankı etkisi.

İnsanlar hâlâ sabahları işe gidiyor, akşamları dönüyor. Aynı ayakkabılar, aynı yollar, aynı bakışlar. O kadar tekrar ediyor ki, sanki biri uzaktan bir tuşa basıyor ve herkes o komutla hareket ediyor. Otomatlar gibiler. Fakat biri bir gün duruyor. O an sistem bozuluyor. Diğerleri tedirgin oluyor. Duranı itiyorlar, yürüsün diye. Çünkü durmak, düşünebilmek demek. Düşünmek ise tehlike.

Bizimse içgüdümüz ölmüş. Yerine görevler gelmiş.

Tavanın köşesinde örümcek ağı vardı. Kimse fark etmiyor ama o ağda yılların bekleyişi yatıyor. Örümcek bir gün av gelmeyecek diye düşünmüyor. Sadece örüyor. Çünkü görev değil, içgüdü. Bizimse içgüdümüz ölmüş. Yerine görevler gelmiş. Saat yedi buçukta uyan, sekizde yola çık, dokuzda başla. Kim söyledi bunları? Kim çizdi bu sınırları? Ve neden herkes gönüllü olarak içeri girdi?

Çok düşündüğümde başım ağrıyor. Çünkü düşünmek için tasarlanmadım. Kimse tasarlanmamış. Herkes, birilerinin düşünmesini bekliyor. Düşünen ise lanetleniyor. Çünkü her fark ediş, bir diğerini rahatsız eder. O yüzden sessiz kalanlar ödüllendirilir. Gülümseyenler, onaylayanlar, başını sallayanlar. Gerçekleri fısıldayanlar susturulur. Sanki hakikat bir virüsmüş gibi.

Şehir sessizleşti. Gökyüzü griye döndü. Hava ne zaman grileşse, insanlar içe çekiliyor. O an sanki herkes kendi gölgesine bakıyor. Gölgeyle yüzleşmek kolay değil. O yüzden çoğu zaman ışıkların altına saklanıyoruz. Gölgemiz bizden uzaklaşsın diye. Ama gölge her zaman bağlıdır. Işık ne kadar parlak olursa olsun, karanlığı silmez. Sadece daha sert hale getirir.

Ellerim masanın üstünde duruyor. Yazmak istiyorum. Ama yazmak için bir neden yok. Çünkü yazılan her şey bir noktadan sonra sessizliğe dönüşüyor. Yazılar okunmuyor, tüketiliyor. Kitaplar vitrin süsü artık. İçindeki çığlıklar raflarda çürüyor. Kimse duymuyor. Belki de yazmamak gerek. Sadece yaşamak. Ya da yaşadığını sanmak.

Ama ben hâlâ yazıyorum. Çünkü kelimelerle yaşanabilir. Çünkü bazı acılar sadece yazılınca hafifliyor. Söyleyemediğim her cümle, beynimde bir paslı çivi gibi. Çıkmıyor. Ama yazınca, o çivi yavaşça çözülüyor. Paslı iz kalıyor belki ama en azından batmıyor. Ve batmayan acılarla yürünebilir. Belki koşulmaz ama yürünür.

Sırtımı duvardan çektim. Karga hâlâ oradaydı. Elinde bir sigara izmariti taşıyordu bu kez. Ne yapacaksa artık. Kafasını çevirdi. Baktı. Bir saniyeliğine göz göze geldik. Sonra döndü. Gitti. Belki de ben hayal ettim. Belki de o hiç olmadı. Ama önemli değil. Çünkü bazı şeyler gerçek olmasa da seni ayakta tutar. Kargalar, duvarlar, tozlar ve çatlamış filtreler.

Bunların hepsi benim yaşamak için bulduğum küçük gerekçeler. Ne kahramanım, ne bilge, ne de mağdur. Sadece yürüyen bir bedenim. İçinde susmuş bir kalabalıkla.

Kapının arkasında bir tıkırtı oldu. Rüzgar değildi. Çünkü burada artık rüzgar esmiyor. İnsan bile zor esiyor. Dışarıdaki dünya, içeridekilere uzak. İçeriye sadece sesler sızıyor, ama onlar da gerçek değil. Bir yankının yankısı. Tıpkı bir hayalin içinde başka bir hayalin doğması gibi. Ne kadar uzağa gidersen git, ses seninle geliyor. Çünkü kaçtığın şey dışarıda değil, içeride.

Bir duvar takvimi var masamın üzerinde. Aylar geçiyor. Sayfalar çevrilmiyor. Bilerek çevirmiyorum. Çünkü zamanın akışıyla barışmadım. Takvimi çevirmek, onlara teslim olmak gibi geliyor. Sanki kabullenmek. Bir günün daha çalındığını kabullenmek. O yüzden yapraklar hep aynı yerde. Belki de hiç değişmemesi gereken tek şey, takvimin o sayfası.

Ama o gelecek hiçbir zaman gelmez.

Arada bir eski defterleri karıştırıyorum. Cümleler eksik, bazıları yarım, bazıları öfkeyle çizilmiş. Ama hepsi benden. Kendi içime attığım notlar gibi. İnsan bazen kendine not yazar. Gelecekte unutmasın diye. Ama o gelecek hiçbir zaman gelmez. Notlar orada kalır. Tozlanır. Ve bir gün, artık o cümleyi kuran kişi olmadığını fark edersin. Aynı el yazısı, başka bir ruh.

Şimdi burada, bu odada, hiçbir şey beklemiyorum. Beklentiler yorucu. Beklediğin her şey, seni daha da tüketiyor. Bazen sadece oturup geçişi izlemek istiyorsun. Hayatın kıyısına oturmak. İçine değil. Çünkü içine girersen, senden bir şeyler eksiliyor. Bir parçanı bırakıyorsun her adımda. Sonunda sadece boş bir kabuk kalıyor. Görüntün var, ama içinden çekilmişsin.

Işıklar yandı. Gün bitiyor. Bitmeyen tek şey düşünceler. Çünkü karanlık, düşünceyi daha güçlü kılar. Işık dikkat dağıtır, ama karanlık odaklanma sağlar. O yüzden geceleri yazılır. Geceleri ağlanır. Geceleri susulur. Çünkü gece, en gerçek saatlerin adıdır. Kimse izlemiyor gibi hissedersin. Ama aslında en çok o zaman görülürsün. Kendine görünürsün.

Bir sandalye daha var bu odada. Boş. Hiç kimse oturmadı. Belki de hiç kimse oturmasın diye koydum. Birilerinin oturması gerekmiyor. Sadece boşluk orada dursun istedim. Çünkü insanın bazen somut bir boşluğa ihtiyacı olur. Elinle tutabileceğin bir yokluk. Görüp geçebileceğin bir eksiklik. Kendi içindekini dışarıda bir nesneyle dengelemek.

Rüyalar son zamanlarda daha kısa. Uyanmadan hemen önce bir görüntü, sonra kesiliyor. Anlamları yok. Ama hisleri kalıyor. Birinin gözleri, bir caddenin sesi, bir elin sıcaklığı. Tüm bunlar, sabah gözlerini açtığında içinde kalıyor. Rüya değil artık. Gerçek değil. Ama orada. Giderek ruhunun bir parçasına dönüşüyor. Bilinçaltı denen şey belki de sadece çözülememiş hislerin çöplüğü.

Her günün sonuna bir çizgi çekiyorum. Geride kalan ne varsa, o çizginin ardında kalıyor. Bazen o çizgi çok kalın oluyor, bazen neredeyse görünmez. Ama hep var. Çünkü sınırlar lazım. Yoksa her şey birbirine karışıyor. Günler, anılar, cümleler. Bir çorba gibi. Ne nerede başladı, ne nerede bitti anlayamıyorsun. O yüzden çizmeye devam. Çizgilerle yaşamak, çizgisizlikten iyidir.

Ve şimdi saat ilerliyor. Bir şey yapmıyorum. Ama içimde çok şey oluyor. Dışarıdan bakıldığında sadece bir adamım. Oturmuş, pencereden dışarı bakan. Ama içeride fırtınalar var. Kimi zaman geçmişin gölgesiyle kaplanıyor duvarlar, kimi zaman gelecekten gelen anlamsız bir korkuyla. Ama her zaman bir şeyler dönüyor. Sessizce. Görünmeden. Çırpınmadan.

Son sigaramı da içtim. Filtresiz. Çünkü artık araya hiçbir şey koymak istemiyorum. Gerçek neyse o. Tadı bozuksa da içiyorum, acıysa da. Çünkü hayat dediğin şey, filtrelenmiş bir şey değil. Sert, boğaz yakan, göz yakan bir şey. Ve sonuna kadar çekiyorum. Duman değil, içime çektiğim şey; anılar, sessizlikler, eski kelimeler, söylenmemiş itiraflar.

Gözlerimi kapattım. Duyularım azaldı. Zaman yavaşladı. Ve bir ses duydum: içimden gelen bir ses. “Yeter.” dedi. Ne olduğunu bilmiyorum. Ne bitti, neye yetti. Ama o ses geldi. Ve içimde bir kapı kapandı.

 Ve eğer düşersek bu yolda söyleyecek sözümüz olsun ve eğer kalkarsak ayağa tekrar, bunu senin sayende yaptığımı bileyim!

Copyright © 2025 – Academic’N Roll Cyber Project –  2013 –

yoldaprojesi@proton.me