Dört Ders

The following two tabs change content below.
Berkay Kırmızıkan
Country ve blues dinler, filtre kahve içerim.
Berkay Kırmızıkan

Latest posts by Berkay Kırmızıkan (see all)

Bir Salı gecesiydi. Hava hafif yağmurluydu. Kuşlar ve kediler hemen saklanacak bir delik bulmuşlardı. Köpeklerin ise dünya umurunda değildi. Erkekler ‘karizmalarına’ zeval getirmemek için aptal yürüyüşlerine devam ediyorlardı. Kadınlar ise biraz daha gerçek dünyayla bağlantılıydılar. Onlar yağan yağmurdan korunmak için çaba gösteriyorlardı. Tam tamına 12 saat süren ders maratonu akşam saat 20.00’da bitmişti. Yorgundum. Islaktım. Sinirliydim ve mutsuzdum. İğrenç bir Salı gecesiydi.

***

Baştan başlayalım.

Sabah saat 06.00’da çalacak olan alarmıma ihanet edercesine daha erken gözlerimi açmıştım. Güzel bir sabah vardı -en azından benim için. Hava kasvetliydi. Karadeniz’in üzerinde hüküm süren karartılar bana uzaktan cennet gibi gözüküyorlardı. Serçeler ve güvercinler ortalıkta çok yoktu. Genellikle kargaların egemenliklerini ilan ettiği bir gökyüzü görmek mümkündü. Bunun yanı sıra, yeryüzünde de durumlar hoşuma gidecek şekildeydi. İnsanlar büyük bir telaşla oradan oraya koşuyor, arabalar vızır vızır geçiyor, hepsinin suratından mutsuzlukları okunabiliyordu. Yani uzun lafın kısası; güzel bir kahve içmenin tam sırasıydı. Belki bir parça Jazz da fena olmazdı.

Aslında o gün dört tane dersim vardı. Dört ders demek on iki saat demekti. Ancak ilk etapta gitmemeyi düşünüyordum. Bütün gün evde oturup, biraz sakinleşebilmek adına kendimle baş başa kalacaktım. Zira son birkaç ay yorucu geçmişti. -Duygusal olarak yoğun geçen ve bu yoğunluğun tamamının negatif duygular tarafından oluştuğu bir dönemden çıkmıştım. ‘Yarına’ olan inancımı hiç yitirmediğim için intihar gibi saçma sapan düşüncelerim yoktu. Bu yüzden de günün sonunda zafere ulaşmıştım. O kaostan tek parça olmasa da sağ bir şekilde çıkabilmiştim.- Yani tüm bu savaş sonrası dinginliğim ile beraber, kargaların hükümlerini gerçekleştirdiği bu muhteşem günü evimde kutlayacaktım. En azından o gelen aramayı cevaplamasaydım öyle yapacaktım.

Yatağımın başucunda oturmuş, bir gece öncesinden gelen içi lanet dolu mesajları okuyordum ki telefonun ışıkları bir anda yandı ve bir arama bildirimi düştü. Mustafa idi. (Bir aralar okulda en yakınımdı ancak şimdilerde benden nefret ediyor. Anlayabiliyorum onu ve affediyorum.) Sabahın bu kör saatinde aramasından beni okula çağıracağını biliyordum ve bu saldırıya hazırlıklıydım. Bir anda tüm bahanelerimi üretip, onu başımdan defedecektim. Büyük bir özgüvenle gelen aramayı kabul ettim.

“Bak Mustafa baştan söylüyorum. Okula falan gelmeyeceğim. Evimde durup biraz küfretmeye ve kahve içmeye ihtiyacım var.” dedim. Güldü. “Sana da, senin havalı tavrına da başlarım. Gelmezsen gelme. Ancak hatırlatırım devamsızlık konusunda sınırdasın.” dedi. İşte, hayatımda ilk defa o an Mustafa’dan nefret ettim. Haklıydı. Çoğu ders devamsızlık sınırındaydı ve benim keyfe keder tatil yapmak için lüksüm yoktu. Hemen hızlıca kafamda o günkü dersleri düşündüm. Gidip, kalmanın bana ne gibi getiriler ya da götürüler sağlayacağını hesapladım. Sonra telefona dönüp; “Geliyorum.” dedim.

***

Bu dünyada her şeyin bir limiti vardır.

Örneğin, su içmenin ya da yemek yemenin bir limiti vardır. Konuşmanın, dinlemenin ya da sevişmenin de bir limiti vardır. Benim için de görülen insan sayısının belli bir limiti vardı. Yani demek istediğim şu; bir gün içerisinde, önceden belirlenmiş kontenjanın üstünde insan görüyorsam, o gün mutlaka mutsuz oluyordum. Çünkü çok insan, çok iletişim demekti. Çok iletişim ise kesinlikle bir yerde arıza yapan bir sistemdi.

Fakültenin bahçesine adım atar atmaz bazı tanıdık yüzleri gördüm. Tanıdıklarımın yanında, bahçe fazla fazla insan doluydu zaten. Çoğu sabah çay & sigara ritüeline başlamıştı. Banklarda genel olarak kadınlar oturuyordu. Erkekler ise merdivenin basamaklarını kullanıyorlardı. Herkes bir şeyler anlatıyor, herkes bir şeyler dinliyor ve yine herkes; anlatılanı dinlemeyip, hayallerinde başka yerlerde geziniyordu. ‘Sartre Bulantım” ilk o gördüğüm manzarayla başlamıştı.

İnsanları süzdükçe, onları gördükçe ve daha da kötüsü onları hissettikçe içimde büyüyen nefret kendisini iyiden iyiye belli ediyordu. Tanrı tarafından, onların gerçek yüzlerini görmekle lanetlenmiştim. Kendi türümden nefret etmeme sebep olacak bu lanet beni diğer herkesten uzaklaştırıyordu. Ben de bu yüzden bahçenin bir köşesinde tek başıma takılmaya karar verdim. Ancak yine işler planladığım gibi gitmedi. Bir kadın yanıma gelip: “Çakmak var mı?” diye sordu. “Yok” dedim. Vardı. Ardından bu sefer bir adam yanıma gelip: “Ateş var mı?” diye sordu. “Yok” dedim. Tam gittiler diye seviniyordum ki bu sefer tanıdıklar gelmeye başladı. “Bro bi çaksana bana be.” İnanın ona o an çok çakmak istedim…

***

Dört dersin bitmesiyle beraber on iki saati devirmiştim.

Maalesef artık havanın kasveti de yağmuru da zevk vermiyordu. Çünkü bunlar olsun ya da olmasın bir mutsuzluk ve yorgunluk vardı içimde. Engel olamadığım o duygu durum bozukluğuna geri gidiyordum. Planladığım hiçbir şeyin olmaması, az önce bahsettiğim konudaki limitimi fazla fazla aşmam, ‘Sartre Bulantım” ve daha niceleri o gün beni çok yormuştu. Sorun ders değildi yani anlayacağınız.

Neyse, olan olmuştu. “Belki bu sefer eve gider ve istediğim gibi takılırım” ümidiyle okuldan çıktım. Şemsiyem yoktu. Kapüşonum yoktu. Başımı örtebileceğim bir tek şey vardı o da arkadaşımın bana göz kulak olayım diye verdiği kitabıydı. -Kız arkadaşıyla buluşacakmış ve elinde getir götür yapmak istemediği için bende kalmasını rica etmişti.- Bende yağmurdan korunmak adına onu kafama siper ettim. (Bir sonraki gün kitabın aynısını alarak hatamı telafi ettim ve çekmem gereken vicdan azabını çektim. Islanmış kitabı da kurutup kendim okudum.)

Yağmurlu havaları çok sevdim ömrüm boyunca. Hala da çok seviyorum. Ancak ucuz romantizmden ziyade evin içinde olduğum vakitler daha güzel oluyor benim için. Yani bir kadının elini tutup, yağmurda yürüyüş yapmak ve kapısının önünde öpüşmek gibi adetlerim olmadı hiçbir zaman. Ben daha çok evde oturup, yağmuru izlemek ve suyun sesini dinlemekten yana olan taraftandım. Ancak söz konusu yağmurda dans etmek ise, fırtınalı zamanlarda da asla sığınak bulmaya çalışmadım.

Okuldan ilk çıktığımda hafif yağan yağmur yavaş yavaş şiddetli bir hale dönüşmeye başlamıştı. Kitabın da artık fayda etmeyeceğini anladığımdan başımdan çektim. Öfkem git gide artarken kampüsün içindeki kafelerden bir tanesine gitmeye karar verdim. Kafeye girdiğim vakit, insanların kapıdan girene bakma adetlerinden nasibimi aldım. Hepsine pis pis baktıktan sonra da kasaya yöneldim. “Bir filtre kahve alabilir miyim?” dedim. “Hangi boy olsun?” dedi kasadaki genç. “Ver işte bir tane.” dedim. Bunu dedikten sonra da bir soluk verme sesi duydum ondan. “Sade mi olsun sütlü mü?” diye sordu bu seferde. “Ver işte bir tane.” dedim. “Arkadaşım dalga mı geçiyorsun gece gece?” dedi. “Kahveyi veriyor musun vermiyor musun?” diye sordum. Gitti ve bir kahve yaptı bana. Adım kadar eminim ki hayatında yaptığı en sert kahveydi. O, onunla uğraştığımı sanmıştı. Halbuki o an, onun benim için seçeceği kahveyi merak etmiştim. Yani birisi yönlendirmeden ne tür bir şey çıkaracaktı ortaya, tek merak ettiğim şey buydu. Sonuç ise muhteşemdi. Hayatımda içtiğim en sert ve en güzel kahveydi.

Kahve bitti. Yaktığım sigara bitti. Köpeği sevmem bitti. Ayakkabı bağcıklarını bağlamam da bitti. Artık yola hazırdım. Zaten az bir mesafe kalmıştı. Yalnız eve uğramadan önce pastaneye uğramam gerekliydi. Zira ev arkadaşım gelirken kendisine pasta almamı rica etmişti. O yüzden son bir kez daha rotamı değiştirdim. (Son bir kez derken yanlış anlaşılmasın. O gece için sondu.)

Pastaneye vardığım vakit ise gecenin son sürprizi ile karşılaştım. Eski bir dostum o pastanede çalışmaya başlamıştı. İstifimi hiç bozmadan bir pasta istediğimi söyledim. Gözümün önündeki vitrinde bir tane beğendim. O ise arka tarafa gidip aynı pastadan getirdi. Normalde bunu neden yaptığını sorardım ama sonuçta ben yemeyecektim. O yüzden üzerinde çok durmadım.

***

Maraton bitmişti.

Artık evdeydim. Kapıda ev arkadaşım beni güler yüzüyle karşıladı. Harikulade bir adamdı ve iyi insanları hak ediyordu. O yüzden ben de ona sürekli iyi davranmaya çalışıyordum. “Eee anlat bakalım. Bugün kaç dersin vardı ve neler öğrendin? diye bir soru yöneltti bana içeri girer girmez.

“Dört ders vardı. Hepsinden de çok şey öğrendim.” dedim. “Birinci dersten; bu hayatta plan yapmamak gerektiğini öğrendim. İkinci dersten; her geçen gün insanlara olan tahammülümün daha fazla azaldığını öğrendim. Üçüncü dersten; insanları yönlendirmeden, onları doğal akışlarına bırakırsan harika şeyler çıkarabileceklerini öğrendim. Dördüncü ve son dersten;  hayatın, biz her ne kadar dinlenmek istesek de akışına devam ettiğini öğrendim”.

Scroll to Top