Hafıza ve Düşünce

The following two tabs change content below.
Berkay Kırmızıkan
Country ve blues dinler, filtre kahve içerim.
Berkay Kırmızıkan

Latest posts by Berkay Kırmızıkan (see all)

Yaşamım boyunca birçok defa, birçok yere gizli yolculuklar yaptım. Beni tanıyan ve benden bir haber almayı kendisine görev edinmiş bir grup insana okula gittiğimi söylerken, işte olduğumu ya da herhangi birisiyle bir yerlerde oturmuş kahve içtiğimin haberini verirken hep yalan atıyordum. Aslında o an otobüste ya da otostop çektiğim kıllı bir adamın aracında yolculuk ediyordum. Birazdan üstün körü de olsa anlatacağım hikâye de aynen böyle bir yalanla başladı.

Bir yere gitmek istediğim zaman bunun planını yapmazdım. Gece yatağıma girdiğimde “Yarın şuraya gideyim” diye hiç düşünmezdim. Zaten kafamı yastığa koyduğum anda istemeden de olsa düşünülecek tonla meselem vardı. Bir de birkaç saat sonra nereye gideceğimin olay örgüsünü tasarlayamazdım. Hayır, buna vaktim yoktu. Diğerlerine oranla ben; birçok meseleyi kafasına dert edinmiş, bundan dolayı uykuları kaçmış, başkalarının huzurlu uykularını kıskanan ve onlardan nefret eden biriydim. Belki de bu yüzden gidiyordum bir yerlere sürekli -kendim gibilerini bulabilmek için. Çözüm aramak için değil, bu dünyada yalnız olmadığımı kendime kanıtlamak için.

***

Sabahın çok erken saatlerinde açtım gözlerimi. Yatağımdan kalkmadan, toparlanmasına izin vermediğim enerjimi tam kapasite kullanarak perdeyi biraz araladım. Hava kasvetli ve yağmurluydu. Penceremin sol tarafında kalan ağacın çıplak kalmış dalları hafif hafif titriyordu. Yağmura karşı herhangi bir korku beslemediğini evrene kanıtlayan iki karga haricinde etrafta başka tür bir canlı yoktu. Olan biteni izledim bir süre daha. “Bu gezegeni yok ediyoruz.” dedim hırıltılı bir sesle. Bunu söylediğim sırada dibimde anlık olarak çalışmaya başlayan iş makinesi de dediğime destek oldu. Birçok büyüklü küçüklü dağın eteklerine kurulmuş bir şehirde yaşıyordum bir süredir. Doğallığının yanı sıra burası kendi bakireliğine terk edilse harika bir yaşam alanı olabilirdi. Ancak sözde yöneticilerin sözde uygun koşulları yüzünden delinmedik yeri kalmamıştı. Hala daha deliyor, hala daha kazıyor, hala daha kendi pisliklerini doğanın rahmine yerleştiriyorlardı. İşte tamda bunları düşündüğüm sırada geldi tekrardan yola çıkma isteği. Hiç üzerine düşünmeden, yapılacak ‘sözde’ onca iş varken artık benim için kalmanın hiçbir imkânı yoktu.

Yavaş yavaş doğruldum kalktığım yerden. Bir planım olmadığı için herhangi bir acelem de yoktu. Sindire sindire, yangından mal kaçırmaya lüzum olmadan hareket ediyordum. Böylesine bir durum insana olduğundan daha fazla özgür hissettiriyordu ve ben bu duygunun -sadece bu duygunun- adeta bir kölesiydim. Özgürlüğün kölesiydim. Bu yüzden herkesten ve her şeyden üstündüm. Kendi kendimin efendisiydim ve bunu termosuma kahvemi koyarken tekrarlıyordum. Üzerimi giyinirken ve hatta kapımı dışardan kapadığımda da bu düşünce hakimdi zihnimde.

Yürüme mesafesi ile on dakika süren bir anayola çıkma parkurundan sonrası ise tamamen boşluktaydı. Yürüdüğüm o koca on dakika boyunca kendimi gideceğim yere karar vermek konusunda zorlasam da maalesef başarılı olamadım. Her zamanki gibi rastgele ilk duran arabaya atlayacaktım anlaşılan. Bunda bir sıkıntı yoktu. Tabi, bu durumu yaşayan ‘mantıklı’ bir insanın gideceği yeri bilmemesi durumunda hareket etmemesi ve önce düzeni kendi kafasında yapması beklenir. Ancak her ne kadar kendimi zeki görsem de yapılan her işte bir mantık arama çabasını onaylamazdım. Yol bir maceraydı ve maceraya sadece mantıkla çıkılmazdı. Hayır, bundan daha fazlası gerekirdi.

Anayola çıktıktan çok kısa süre sonra bir araba önümde dörtlülerini yakarak durdu. Bu evrenin bana “Git, yoruldun. Git dinlen.” demesiydi. Adamın bana sormasını beklemeden ben ona nereye gittiğini sordum. X şehrine kadar gideceğini söyledi. Bu güzergâh benim için yeterliydi. Çünkü kuzeyin en güzel taraflarından birisi de şehirlerinin arasında birçok köye sahip olmasıydı. Yani kuzey şehirlerinin arasında gezerken istemsizce birçok köyün de yanından geçiyordunuz. Eh tabi ben de bu durum karşısında mest olanlardan biri olarak hiç düşünmeden arabaya atladım. Aslında biraz ıslandığım için adamın bunu dert edeceğini düşünmedim değil ancak hiç oralı değil gibiydi. Bir hayli keyifli bile sayılırdı. Sonrası malum, her zamanki klişe sorular örüntüsü ve her zamanki gibi sabrının tümüne ihtiyaç duyarak soruları cevaplayan ben ve ardından gelen “E kardeşim senin şu an okulda, öğleden sonra da işte olman gerekmiyor mu?” sorusu.

“Ben şu an olmam gereken yerdeyim ve birazdan olmam gereken bir başka yerde olacağım.”

Araba yolculuğum yaklaşık olarak bir saat sürdü. Bu bir saatin yarım saatini sükûnet ile cevapladığım sorularla, son yarım saatini ise uyuma numarasıyla geçirdim. Gözlerimi açtığımda nerede olduğumu tam olarak kestiremedim. Ancak sıklaşan ağaç ve azalan binalardan dolayı olmam gereken yere vardığımı içten içe hissettim. Çok kaba bir dille “Durdur arabayı.” dedim adama. Bunu neden yaptım, bilmiyorum. Belki de bilinçaltım sorduğu onca soru karşısında ona karşı bir savunma duvarı örmemi istiyordu. Sağ olsun çok uğraşmadı benimle adam. Hiç karşılık vermeden durdurdu arabayı. Ben inerken de “Kendine iyi bak kardeşim.” dedi. Bunu söylediği sırada tam arkamı dönmüş gidiyordum ki durdum, arkamı döndüm ve sıcak bir tebessüm ettim ona. O da aynen karşılık verdi. Akşam karısına anlatacağı bir gençtim onun gözünde. Öyle de kalacaktım bir ömür boyunca.

Yürümeye başladıktan sonra yapmak istediğim ilk iş anayoldan çıkmaktı. Bunun için de acilen bir yan yol ya da patika bulmam lazımdı. Yağmur resmen beni takip ediyordu. Kilometrelerce yol gelmişti benle beraber. İşin ürkünç ama bir o kadar da ruhani kısmı ise havada yine iki tane karga vardı göze çarpan. İkisine de daha önceden okuduğum bir mitten yola çıkarak isim koydum. Birinin adı Hafıza, diğerinin ise Düşünce idi. Artık ayrılmaz bir üçlüydük. Sonunda yana kıvrılan bir yol bulmuştum…

Köyün birinde olduğum çok belliydi. Çünkü bahçelerin arası çitlerle çevrilmiş, çuvallar mevsimi geçtiği için çıplak kalmış elma ve dut ağaçlarının arasına gizlenmişti. Bu verdiğim iki örnek kutsal topraklarda oluşumun ilk habercileriydi. Yağmur yağmaya devam ederken benim yüreğimin alevleri tekrardan canlanmıştı. Ben, bu dünyanın münzevi berduşu, tekrardan nefes almaya başlamıştım. O adam akşam karısına beni anlatırken istediği kadar saçmalayabilirdi. Çünkü ulaklığını çok harika bir biçimde yapmıştı. Gitmesi gerekeni, gitmesi gerektiği yere tam da zamanında ulaştırmıştı.

Duyguların içimde bir girdap gibi yaşandığı o sıralarda adımları daha enerjik ve istekli atmaya başladım. Acelem yoktu ama içimdeki çabuk tüketme hırsı yüzünden acilen tüm köyü talan etmeliydim. Her yere bakmalı, her evi izlemeli, her köpeği sevmeli, tüm oksijeni tüketmeliydim. En azından o anda isteklerim bundan ibaretti lakin pek öyle olduğunu söyleyemem. Bunlardan bile daha harika bir şey geldi başıma.

Köyün içerisinde son yarım saattir geziniyordum ki evinin etrafına duvar örmüş, o duvarların içinde de odun kıran bir amca gördüm. Muzaffer Amca. Benim kır bıyıklı Muzaffer Amcam. Orada o yağmurun altında hiç durmadan odun kırıyordu. Kendisini işe öyle bir kaptırmıştı ki dibinde dikilmeme rağmen beni, ben geldikten ancak birkaç dakika sonra fark edebildi. Farkına vardıktan sonra ilk beklediğim şey şaşırması ya da dibinde dikildiğim için kızması olabilirdi. Çünkü söylemeyi unuttum; ben onu gördüğüm anda bahçenin kapısından içeri girmiştim. Yani aramızda duvar yoktu. Onun özel mülküne izinsiz giren yabancı bir heriftim o an. Ne yalan söyleyeyim biraz endişe ettim ilk bakışlarından. Çünkü sakindi ve bu hayat bana sakin insanlardan korkmam gerektiğini öğretmişti. Hele de o sakin bakan insanın elinde bir balta varsa -ki vardı- oradan belki de uzaklaşmam gerekirdi. Ancak bunların hiçbirine gerek kalmadı.

“Ne dikiliyorsun oğlum başımda? Bak şuradan geç, orada bir kapı göreceksin. Orası benim ağırım ama merak etme içinde hayvan yok. Tamirat için gerekli olan şeylerle doldurdum içerisini. Kapıdan içeri girdiğin anda karşında duvar boyunca bir raf göreceksin. Balta vardır orada. Eğer orada değilse yerde sepet var. Onun içindedir. Kap gel bakalım.” dedi. Farkında olmadan öylesine dinledim ki adamı söyledikleri arasında bir tanesini bile tekrar etmesine gerek yoktu. Dediğini hemen yapmak için harekete geçtim. Ardından gün boyunca odun kırdık. Muzaffer Amca anlattı da anlattı. Bana adam akıllı tek bir soru bile sormadı. Temel birkaç şeyi öğrenmek istedi o kadar. Ben de ona hiç soru sormadım ancak onun belli ki konuşası varmış.

Muzaffer Amca ile o gün kırdığım odunun ve ettiğimiz muhabbetin haddi hesabı yok. Akşama kadar durdum yanında. Ancak misafirliğin kısası makbuldü ve ben zaten çok uzun süre önce o makbul olan kısmı geçmiştim. Hoş Muzaffer Amca akşam da kalmam için ısrar etti ama ben istemedim. “Geri gel ama bak. Unutma buraları.” dedi. “Unutmayacağım seni.” dedim.

Scroll to Top