Latest posts by Berkay Kırmızıkan (see all)
- Şehrin Karanlık Köşeleri - 29 Ağustos 2024
- ARAYIŞ - 25 Şubat 2024
- Bella Ciao - 12 Mart 2023
Hayatın ne anlama geldiğini ya da bir anlamı olup olmadığını uzun zaman önce sorgulamayı bırakmıştım. Bunu yapmak yerine, şehirde kaybolmayı seçtim. Her gün, aynı rutini takip etmek yerine, beni nereye götüreceğini bilmediğim yollara saptım. Bu yollar, kimsenin tercih etmediği, köhne, pis ve bakımsız köşelerdi. Şehir, insanları yutmaya hazır dev bir ağız gibiydi, ama aynı zamanda onları içinde kaybetmekten de çekinmezdi. Ben bu kayboluşun bir parçası olmaktan rahatsızlık duymadım. Bilakis, bu bana bir tür özgürlük gibi geldi. Kaybolmak, her gün aynı yüzleri görmekten, aynı boş sohbetlere maruz kalmaktan çok daha iyi bir seçenekti.
Bir akşam, işten çıkıp eve gitmek yerine, şehrin arka sokaklarına dalmaya karar verdim. Dar, karanlık sokaklar; kenar mahallelerin, unutulmuş insanların sığınağıydı. Sokak lambaları, arada bir yanıp sönüyor, ancak bu sokakların gerçek yüzünü aydınlatamıyordu. Buralar, şehrin göz ardı ettiği, önemsemediği köşelerdi. İnsanların hayatlarını sürdürmek için seçmedikleri yerler. Ama beni buraya çeken de tam olarak buydu. Şehir, göz ardı edilen bu köşelerde gerçek yüzünü gösteriyordu.
Bir bara girdim. Burası, içkilerin ucuz, insanların yorgun olduğu bir yerdi. Barın köşesinde oturan birkaç adam, şişelerine dalmış, kendi dünyalarına çekilmişti. Kimse kimseye bakmıyordu; herkes sadece kendi boşluğunu doldurmakla meşguldü. Barın duvarları, sigara dumanıyla kaplanmış, yılların yorgunluğunu taşıyordu. Barmen, sanki yüzyıllardır aynı pozisyonda durmuş, hayatın kendisini unuttuğu bir adam gibiydi. Beni gördüğünde, yüzünde en ufak bir değişiklik olmadı. Sadece bir şişe viskiyi tezgaha koydu ve bardağı önüme sürükledi. Ne içmek istediğimi bile sormadı. Burası öyle bir yerdi ki, ne içeceğin zaten belliydi.
İlk yudumu aldım ve içkinin boğazımdan aşağı akışını hissettim. Bu acı, içimdeki boşluğu bir an olsun doldurur gibi oldu. Ama bu his, her zaman olduğu gibi, sadece kısa sürdü. İçkinin verdiği geçici rahatlamanın yerini, tekrar o tanıdık boşluk aldı. Barda otururken, etrafımdaki insanları izledim. Her biri, hayatın içinde kaybolmuş, kendi dünyalarına hapsolmuş gibiydi. Kimse kimseyle konuşmuyordu, kimse başka bir şeyle ilgilenmiyordu. Sadece içkilerine ve içlerinde taşıdıkları karanlığa odaklanmışlardı.
Barda otururken, karşımdaki aynadan kendi yansımama baktım. Gözlerimde yorgunluk, yüzümde yılların izleri vardı. Bu izler, yaşadığım her anın, her kayboluşun bir yansımasıydı. İçimde bir yerde, her şeyin bir anlamı olduğunu düşünen bir parçam vardı, ama o parça yıllar önce susturulmuştu. Artık sadece yoldayım, nereye gittiğini bilmeyen bir yolcuyum. Ve bu yolculuk, herhangi bir varış noktasına sahip değil. Sadece var olmanın bir yolu, sadece hayatta kalmanın bir biçimi.
Barın içi, ağır ağır insanlarla dolmaya başladı. Ama bu kalabalık, sessiz bir kalabalıktı. Herkes kendi iç sesini bastırmaya çalışıyor, hayatın ağırlığını içkilerle hafifletmeye çalışıyordu. Burası, şehrin unuttuğu insanların bir araya geldiği bir yerdi. Herkes kendi hikayesini taşıyor, ama kimse hikayesini anlatmaya cesaret edemiyordu. Çünkü bu hikayeler, çoktan anlatılmış ve unutulmuştu. Herkes, sadece bir başka günün sonunu getirmeye çalışıyordu. Ve bu çaba, her geçen gün daha da zorlaşıyordu.
Barın içindeki hava, sigara dumanıyla daha da ağırlaştı. Bu ağır hava, nefes almayı zorlaştırıyor, ama aynı zamanda insanı bir tür uyuşukluk içinde tutuyordu. Bu uyuşukluk, hayatın acımasız gerçeklerinden kaçmanın bir yoluydu. Barda otururken, insanların yüzlerindeki çizgileri, gözlerindeki boşluğu fark ettim. Her biri, hayatta kalmanın farklı bir yolunu bulmuştu. Kimisi içkiyle, kimisi sigarayla, kimisi ise sadece sessizlikle. Ama hepsinin ortak noktası, bu hayatta bir şekilde kaybolmuş olmalarıydı. Bu kaybolmuşluk, onların varlıklarının bir parçası haline gelmişti.
Bir noktada, barmen gözlerini kaldırdı ve bana baktı. Onun gözlerinde de aynı boşluk vardı. Bu boşluk, bir insanın yıllarca taşıdığı bir yük gibi, onun bakışlarına yerleşmişti. Barmenin gözlerinde, hayatın yorgunluğu vardı. Onun da hikayesi, diğerleri gibi çoktan unutulmuştu. Belki de barmen, bu barın bir parçası haline gelmişti; onun varlığı, bu mekanın bir uzantısı gibiydi. Artık sadece barı değil, kendini de ayakta tutmak için çalışıyordu.
Birkaç bardak daha viski içtikten sonra, barın içindeki ağır hava beni daha da içine çekti. Bu hava, insanı bir yandan uyuştururken, bir yandan da acımasız gerçeklerle yüzleştiriyordu. Barın içinde, zaman durmuş gibiydi. Herkes, kendi iç dünyasında bir yerlerde kaybolmuştu. Burası, şehrin karanlık köşelerinden biri, hayatın unutulmuş bir parçasıydı. Ama bu karanlık köşede bile, bir tür huzur vardı. Çünkü burada, hayatın maskesi düşmüş, gerçek yüzü ortaya çıkmıştı.
Sonunda barda oturmaktan sıkıldım ve dışarı çıktım. Sokaklar, gece karanlığının içine gömülmüştü. Sokak lambaları, sadece kendi ışıkları kadar varlıklarını sürdürebiliyordu. Her yer sessizdi, ama bu sessizlik bir huzurdan çok, bir tür yorgunluğu yansıtıyordu. Şehir, gecenin karanlığında, kendi ağırlığı altında eziliyordu. Ama bu ağırlık, benim için bir tür rahatlama sağlıyordu. Çünkü burada, her şey olduğu gibi kalıyordu. Hiçbir şey değişmiyor, hiçbir şey ilerlemiyordu. Bu durgunluk, benim için bir tür sığınak haline gelmişti.
Sokaklarda yürürken, içimde bir tür kaybolmuşluk hissi vardı. Bu kaybolmuşluk, bir yandan beni rahatlatıyor, bir yandan da huzursuz ediyordu. Çünkü burada, kimse yoktu; sadece ben ve şehrin karanlık köşeleri vardı. Bu köşelerde, hayatın gerçek yüzü ortaya çıkıyordu. Her adımda, şehrin beni içine çektiğini hissediyordum. Bu çekim, insanın ruhunu yavaşça kemiren bir şeydi. Ama aynı zamanda, bu çekim, bir tür kaçışın da parçasıydı.
Bir süre sonra, şehrin daha da karanlık bir köşesine vardım. Burada, binalar yıkık dökük, yollar çamur içindeydi. Burası, hayatın dışlanmış insanlarının yaşadığı bir yerdi. Her köşe başında, bir insanın izleri, bir hayatın kırıntıları vardı. Bu kırıntılar, zamanla silinip gitmiş, ama bir şekilde varlıklarını sürdürebilmişti. Her adımda, bu izleri daha da derinlemesine hissettim. Burası, hayatın en karanlık, en unutulmuş köşesiydi. Ama bu köşede bile, bir tür hayat vardı. Her şey, kendi içinde bir döngü oluşturmuş, bu döngü içinde varlığını sürdürüyordu.
Bu sokaklarda yürümeye devam ederken, içimde bir tür huzur hissettim. Bu huzur, hayatın en basit, en yalın haliyle yüzleşmekten geliyordu. Çünkü burada, her şeyin maskesi düşmüştü. İnsanlar, binalar, sokaklar… Hepsi, olduğu gibi kalmıştı. Hiçbir şey, değişmeye çalışmıyordu. Bu durgunluk, benim için bir tür rahatlama sağlıyordu. Çünkü burada, hayatta kalmak için savaşmak zorunda değildim. Sadece var olmak yeterliydi. Ve bu varoluş, her şeyden daha gerçek, daha anlamlıydı.
Bir noktada, bir duvarın kenarında oturan yaşlı bir adam dikkatimi çekti. Onun yüzünde, yılların verdiği yorgunluk, hayatın ağırlığı vardı. Ama aynı zamanda, gözlerinde bir tür bilgelik parlıyordu. Onun bu hali, bana hayatın ne kadar basit, ama bir o kadar da karmaşık olduğunu hatırlattı. Adam, sigarasını yaktı ve derin bir nefes aldı. Bu nefes, onun hayatı ne kadar derinlemesine yaşadığını, ama aynı zamanda bu hayatın içinde nasıl kaybolduğunu gösteriyordu. Onun yanına oturdum ve bir süre sessizce oturduk. Bu sessizlik, her şeyden daha anlamlıydı. Çünkü burada, kelimelere gerek yoktu. Her şey, olduğu gibi anlaşılabiliyordu.
Adam, sonunda bana baktı ve gülümsedi. Bu gülümseme, bir insanın içindeki tüm karmaşıklığı, ama aynı zamanda tüm basitliği yansıtıyordu. O an, hayatın aslında ne kadar basit olduğunu, ama bizim onu nasıl karmaşıklaştırdığımızı düşündüm. Adamın gözlerinde, bu basitliğin ve karmaşıklığın bir arada olduğunu gördüm. Bu, hayatta kalmanın, var olmanın bir yoluydu. Ve bu yol, aslında hepimizin izlediği, ama çoğu zaman fark etmediği bir yoldu.
Adamla vedalaşıp tekrar yürümeye başladım. Şehrin karanlık sokakları, beni bir yandan içine çekiyor, bir yandan da dışlıyordu. Ama bu dışlanma, benim için bir tür kabul gibiydi. Çünkü burada, her şey kendi halinde, olduğu gibi kalıyordu. Sokak lambaları, arada bir yanıp sönüyor, ama bu sokakların gerçek yüzünü aydınlatamıyordu. Şehir, kendi içinde kaybolmuş, ama aynı zamanda kendi içinde bir yol bulmuştu.
Bu karanlık sokaklarda yürümeye devam ederken, içimde bir tür rahatlama hissettim. Bu rahatlama, hayatın ne kadar basit, ama bir o kadar da karmaşık olduğunu fark etmekten geliyordu. Çünkü burada, her şey olduğu gibi kalmıştı. Hiçbir şey değişmiyor, hiçbir şey ilerlemiyordu. Bu durgunluk, benim için bir tür sığınak haline gelmişti. Çünkü burada, hayatta kalmak için savaşmak zorunda değildim. Sadece var olmak yeterliydi. Ve bu varoluş, her şeyden daha gerçek, daha anlamlıydı.
Bir süre sonra, şehrin en karanlık köşelerinden birine vardım. Burada, binalar neredeyse çökmüş, yollar ise çamurla kaplanmıştı. Bu sokaklar, hayatta kalmanın en zor olduğu, ama bir şekilde varlığını sürdürebildiği yerlerdi. Her adımda, bu sokakların beni daha da derinlemesine içine çektiğini hissettim. Burada, hayatın gerçek yüzü ortaya çıkıyordu. Bu yüz, acımasız, ama bir o kadar da gerçekti. Ve bu gerçeklik, insanı bir yandan rahatlatıyor, bir yandan da huzursuz ediyordu.
Bu sokaklarda yürümeye devam ederken, hayatın ne anlama geldiğini düşünmeye başladım. Hayat, belki de bu sokaklarda olduğu gibiydi; basit, ama bir o kadar da karmaşık. Her şeyin bir anlamı yoktu, ama aynı zamanda her şey anlamlıydı. Bu çelişki, insanın içindeki karmaşayı daha da derinleştiriyordu. Ama bu karmaşa, aynı zamanda bir tür rahatlama sağlıyordu. Çünkü burada, her şey olduğu gibi kabul ediliyordu. Hayatta kalmak için savaşmak zorunda değildim. Sadece var olmak yeterliydi.
Bu karanlık sokaklarda yürümeye devam ederken, içimde bir tür huzur hissettim. Bu huzur, hayatın ne kadar basit, ama bir o kadar da karmaşık olduğunu fark etmekten geliyordu. Çünkü burada, her şey olduğu gibi kalmıştı. Hiçbir şey değişmiyor, hiçbir şey ilerlemiyordu. Bu durgunluk, benim için bir tür sığınak haline gelmişti. Çünkü burada, hayatta kalmak için savaşmak zorunda değildim. Sadece var olmak yeterliydi. Ve bu varoluş, her şeyden daha gerçek, daha anlamlıydı.
Sonunda, şehrin bu karanlık köşelerinden çıkıp tekrar aydınlık sokaklara döndüğümde, içimde bir tür boşluk hissettim. Bu boşluk, hayatın ne anlama geldiğini sorgulamakla ilgili değildi. Bu boşluk, sadece hayatın kendisiyle ilgiliydi. Hayat, belki de bu sokaklarda olduğu gibi basitti; ama aynı zamanda bir o kadar da karmaşıktı. Her şeyin bir anlamı yoktu, ama aynı zamanda her şey anlamlıydı. Bu çelişki, insanın içindeki karmaşayı daha da derinleştiriyordu. Ama bu karmaşa, aynı zamanda bir tür rahatlama sağlıyordu. Çünkü burada, her şey olduğu gibi kabul ediliyordu. Hayatta kalmak için savaşmak zorunda değildim. Sadece var olmak yeterliydi.
Sonuçta, hayatın ne anlama geldiğini sorgulamayı bıraktım. Bunun yerine, şehirde kaybolmayı seçtim. Her gün, aynı rutini takip etmek yerine, beni nereye götüreceğini bilmediğim yollara saptım. Bu yollar, kimsenin tercih etmediği, köhne, pis ve bakımsız köşelerdi. Şehir, insanları yutmaya hazır dev bir ağız gibiydi, ama aynı zamanda onları içinde kaybetmekten de çekinmezdi. Ben bu kayboluşun bir parçası olmaktan rahatsızlık duymadım. Bilakis, bu bana bir tür özgürlük gibi geldi. Kaybolmak, her gün aynı yüzleri görmekten, aynı boş sohbetlere maruz kalmaktan çok daha iyi bir seçenekti.
Ve bu kayboluş, beni şehirdeki en karanlık köşelere götürdü. Bu köşelerde, hayatın gerçek yüzüyle yüzleştim. Bu yüz, acımasız, ama bir o kadar da gerçekti. Ve bu gerçeklik, insanı bir yandan rahatlatıyor, bir yandan da huzursuz ediyordu. Ama bu huzursuzluk, aynı zamanda bir tür rahatlama sağlıyordu. Çünkü burada, her şey olduğu gibi kabul ediliyordu. Hayatta kalmak için savaşmak zorunda değildim. Sadece var olmak yeterliydi. Ve bu varoluş, her şeyden daha gerçek, daha anlamlıydı.