Latest posts by Berkay Kırmızıkan (see all)
- Şehrin Karanlık Köşeleri - 29 Ağustos 2024
- ARAYIŞ - 25 Şubat 2024
- Bella Ciao - 12 Mart 2023
“Ne yapacaksın?” dedi usulca.
Gözlerindeki endişe ve merak anlaşılır cinstendi. Ağzımdan çıkacak olan cevap onu şaşırtmayacaktı, bunu o da biliyordu. Ancak bu zeytin ağacı için fidan dikmeyeceği anlamına gelmezdi. Küçük vücudu sürekli olarak kıpırdıyor, dudaklarının kuruluğunu can alıcı bir şekilde yalayarak gideriyor, göz çeperleri ıslanmasın diye büyük bir gayret gösteriyordu. İyi, umutlu ve seksi bir kadındı.
“Bir bira içerim. Belki bir kahve… Bilemiyorum.” dedim. Yalan da atmadım. Gerçekten o an ne yapacağımı, daha doğrusu ne yapmak istediğimi bilmiyordum. O an için tek derdim bu aşırı melankoli rüzgarının bir an önce ortadan dağılmasıydı.
“Üzgün olduğunu belli etmek seni aciz biri yapmaz! İnsansın, üzülebilirsin, kırılabilirsin, herkes gibi sen de depresyona girebilirsin. Şu duvarını yık! KENDİNLE yüzleş. Ne kadar zor olabilir?” dedi bir anda. Ses tonu emekli bir teyzeyi andırıyordu. Hem yaşlı, hem dolmuş, hem bitkin. Benim için ise durum bunca söylenen söz arasında sadece bir tanesinde takılı kalmaktı.
İNSANSIN.
Küfür gibiydi. Hayatımın en büyük ve en acı gerçekliğiydi. Duyduğum zaman vücudumun kasılmaya girdiği, mide bölgemde o anlamsız boşluk hissinin oluştuğu, gözlerimin donakaldığı bir büyü gibiydi. İçinde çaresizliği, acizliği ve bulantıyı barındıran o iğrenç kelimeydi. Benim gerçekliğimdi. İnsandım…
Acısıyla tatlısıyla dediklerinin tamamında haklıydı. Demeye korktuğu laflarda bile haklıydı. O yüzden cevapsız kaldım söylediği söz ve söyleyemediği tüm hissiyatlarına. Haklı olduğunu bildiğimi ve bu yüzden sessiz kaldığımı bildiğinden dolayı o da cevap beklemedi zaten. Onun yerine paketinden bir sigara çıkardı. Saçlarını geriye attı, hafifçe dudaklarını aynı dil hareketi ile ıslatıp, sigarayı ağzına götürdü. “Hadi şiir oku bari.” dedi. “Şiir sevmem ben.” dedim. “Şiir yazıyorsun allahın cezası!” dedi. “Şiirsiz bir dünya hayal ettiğim için şiir yazıyorum ben.” dedim.
[…]
“Teşekkür ederim her şey için. Sen iyi bir dostsun.” dedim kapıdan çıkarken. Cevap vermedi. O da benim gibi onca sözden bir kelimeye takılmıştı. Hayatın kadim kuralı; bir kelime diğerlerine göre her zaman daha ağır gelirdi.
***
Havanın akıbeti alacakaranlığa yolcuydu. Dipsiz gece yavaş yavaş son buluyordu. Birazdan en büyük düşmanım olan güneş kendisini gösterecekti. Vücuduma ama özellikle de yüzüme çarpan en ufak bir güneş ışını olmadan evime gitmenin peşindeydim. Hamamböcekleri de benimle aynı dertten sitem ediyor olacaktı ki onları da benzer bir kaçış metodu izlerken gördüm. Şehrin kaldırım taşlarının altındaki deliklerine girmeye başlamışlardı bile. İşte benim derdim de aynısıydı. Kendi deliğime girebilmek ve düşman kaçana kadar da orada saklanmaktı. Savaş verecek, bu mücadeleyi sırtlayacak derman artık zor bulunan yetilerdendi.
***
Ayazın titreten serinliğiyle beraber hoş bir yürüyüş gerçekleştiriyordum ki bu, iki tane ayyaş tarafından sonlandırıldı. Yürüdüğüm kaldırımda bana doğru geliyorlardı. Elim istemsizce yumruk şeklini aldı. Diğeri de tirbuşonu var diye zaman zaman yanımda taşıdığım çakımı yokladı. Ancak yanımda değildi. O yüzden diğer elimi de yumruk şekline soktum. Az önce savaşlar hakkında mecali kalmadığını söyleyen ben, tekrardan bir mücadeleye hazırlanıyordum. Hayatı olağan akışının dışında, sıfır noktasında yaşamak böyle bir şeydi. Her an her şey herkesle her yerde olabilirdi. Yine de korkmadım. Vücudumu bir ürperti sarmadı. Kalbim hızlanmadı. Alabilecekleri neyim vardı? Param, telefonum, kıyafetlerim, canım… Eee?
Seslerini duyurabilecekleri ve yüzümü tam görebilecekleri ana kadar beklediler. Ardından uzun boylu olan “Şşş baksana. Sigaran var mı kardeşim?” diye sordu. “Yok.” dedim. Bunu söylerken olabildiğince sakin söylemeye çalıştım. Tersliği yaratan ben olmamalıydım. Mümkünse yolumu kesip, benimle konuşmalarına rağmen onları bağışlamalıydım. “Eyvallah.” dedi kısa olan. “Hadi abi devam edelim.” Bak bu güzel bir fikirdi. Kısa olan daha mantıklıydı. Kafası güzeldi ve mutluydu. Dünya o an için pek bir şey ifade etmiyordu. Derdi bu güzellikle sızıp kalmak, sabahına da iğrenç bir geniz yanması ile uyanmaktı. Sabah olduğunda ve içmesinin üzerinden saatler geçtiğinde bile geğirip o alkol kokusunu duyumsamaktı o anki hedefi.
“Seni ben bir yerden tanıyorum.” dedi uzun olan. Kütüphanedeki en eski kitabın en eski taktiğini kullanmaya başlamıştı. Zihnim sinyal veriyor, bilinçaltım da ne halim varsa görmem için uğraşıyordu. O da bu sırada sözlerine devam edip, beni nereden hatırladığını hatırlamaya çalışıyordu. Vücudundaki alkol çok basit bir şekilde adımı sormasına bile engeldi. Dudak kenarlarım yukarı doğru kıvrılmasın diye kendimi zorlamaya başlamıştım. O anda bile, yani, hiç tekin olmayan saat ve yerde hiç tekin olmayan iki ayyaşla vakit öldürüyordum ve gülesim geliyordu. En sonunda da hafif sırıttım.
“Nereye gidiyorsunuz? İşiniz var mı?” diye sordum. “Yooo niye sordun” dedi uzun olan. “Hadi şu banka oturup sohbet edelim biraz. Hatta siz geçin oraya. Ben şuradaki benzinlikten sana sigara alayım.” dedim. Çok fazla diretecek halleri yoktu. Ancak kısa olan benim psikopat olduğumu düşünmüş olacak ki biraz mırın kırın etti. Ancak ardından uzun olanın sözünü dinleyip, banka doğru yürüdü.
[…]
Sigarayı aldım ve bulundukları bölgeye doğru yürümeye başladım. Onlara yaklaştıkça söyledikleri şarkıyı daha net duymaya başladım. “Haydiiiiii gel, haydi gel içelim…” ‘Komik ayyaşlar’ diye geçirdim içimden.
En sonunda yanlarına gittim. Paketi uzun olanın eline tutuşturmadım. Bir iki metre kala üzerine fırlattım. “Al bakalım. Afiyet olsun.” dedim. Tutamadı. Yere düşen paketi büyük bir gayretle uzanıp aldı. Bunu bilerek yaptım. Belinde taşıdığı bir şey var mı görmek için eğilmesine ihtiyacım vardı. Kuyruk sokumunda, sokak lambasının altında parlayan birkaç siyah kıl hariç hiçbir şey yoktu.
Keyifle yaktılar sigaralarını. Ancak suskun kalmışlardı bir an. Sohbet etmiyorlardı. Ağızlarını açıp birkaç şey söylemeye çalıştıklarında da bu kendi aralarında oluyordu. Beni çok takmıyorlardı. Bana kalırsa varlığımı bile unutmuşlardı. Biraz daha oturduk sessiz bir şekilde. Gözleri kapanıyordu her birinin. Yüksek alkol vücutta derman bırakmamıştı. Ancak keyiften içtikleri belliydi. Mutluydum onlar adına. İnsandılar. İnsan oldukları her hallerinden belliydi ama olsun, mutluydum işte.
Uzun dakikalar boyunca sessiz kaldık. Düşman kendisini göstermeye başlamıştı. Maalesef zamanında deliğime kaçamamıştım. Ancak iki ayyaşla beraber paylaştığım bu sessizliğe değmişti. Hiçbir şey düşünmemiş, hiçbir duyguya izin vermemiş, sadece boş boş bakınmıştım. Güzel bir aktiviteydi. Daha sık yapmalıyım diye geçirdim içimden. Yapamayacağımı bildiğim halde kendime günün ilk yalanıydı.
Yanlarından kalktım. Hiçbir şey söylemedim yürümeye başladıktan sonra. Onlarda nereye diye sormadılar zaten. Benimle sessizlik paylaşmışlardı. Buna saygı duyuyorlardı. Artık onlar için değerliydim. Saygılarını kazanmıştım. Bu benim için de çok şey ifade eden bir durumdu. Çünkü yakaları kirlenmiş olanları, yakaları ütülü ve temiz olanlara her zaman tercih etmiştim. Bu iki ayyaş artık benim hayatım boyunca bir daha asla görüşmeyeceğim ve konuşmayacağım çok değerli iki dostumdu. Sonsuza kadar da öyle kalacaktılar.
[…]
Sonunda delikteydim. Sıradan bir günün sonunda artık yatağım bana “Gel, yorulmuşsundur.” diyordu. Minnetle baktım ona ve teklifini ikiletmeden hemen dediğini yaptım. Ardından da telefonumdan August Wilhelmsson – Maps dinletisini açtım.
Müziğin ortalarına doğru telefon gelen mesaj sesiyle beraber ton değiştirdi. Kafamı hafifçe kaldırıp mesaja baktım. “Ben, senin beni dostun olarak görmene dayanamıyorum.” yazıyordu.
Günün sonunda bir dost kaybetmiştim. İki dost kazanmıştım. Fena yatırım sayılmazdı.